sağtık

EZEL ÜZERİNE

Show TV nin bu sezonki en iyi ikinci yapımı diyebilirim.Daha doğrusu Ay Yapım kalitesiyle kendisini belli eden bir dizi.En iyisi Bu Kalp Seni Unutur mu bence,tek kelimeyle muhteşem bir yapım.Olağanüstü gerçekçi olağanüstü belgesel,olağanüstü titiz ayrıntılanmış. Dönüyorum tekrar Ezel’e. Bir intikam hikayesi. Eskiden beri hem roman konusu hem film konusu olarak pek sevilen pek heyecanlı pek bilinen bir konudur intikam. Bir veya birkaç kişi kahramanımıza yamuk yapar,kurban da daha sonra fevkalade donanımlı olarak geri dönüp bu yamuk yapanlardan intikam almaya karar verir. Belki de bu edebiyat tarihinde ilk olarak Monte Cristo Kontu ile başlamış,sonraları taklitleriyle sürüp gitmiştir.Sinemasal olarak da örnekleri çoktur.Hatta Sahra dizisini hatırlarsınız (ki orijinali yabancıydı) Ya da nostaljik Türk filmlerinde,aşağılanan kızın sonradan intikam öyküsünü.Hatta Türk filmlerinden arak konusuyla Ihlamurlar Altında ve Kenan İmirzalıoğlu’nun en son oynadığı dizi Acı Hayat da böyle bir konu içermekteydi.Hatta Eşkıya filmi de nisbeten bir intikam filmi sayılır. Ezel’i seviyorum,hikayesi sardı,konu sağlam ama ayrıntılar yine her zamanki gibi ekran cadısı olan yazarınızı deli ediyor. Birincisi,Ramiz Dayı kadar donanımlı,hayat bilgesi bir kişinin neden hapse düştüğü…adam neden suç işlemiş diye düşünüyorsunuz,çünkü Ezel’i yeniden yaratan,ona hayatta bildiği her şeyi öğreten adam o.Yirmi yıl yatacak kadar -ki demek ki cinayet- suç işleyecek bir adama hiç benzemiyor. Ezel’in duvarda gömülü bulduğu paraları çalmış belki de bir zamanlar bir yerlerden ama yirmi yıl yer mi hırsızlar yahu?Bunun ceza indirimi var bilmem nesi var…neyse. İkincisi,Ezel’i ameliyat eden doktorlar,neden burnunu büyütmüş? Ameliyat öncesini oynayan aktörün burnu daha küçük,bir adam tanınmamacasına estetik operasyon geçirir de neden burnu daha büyük ve kemikli çıkar o ameliyattan? Ses tonu ameliyatla değiştirilebilir mi? Ya gözler? Kimsenin tanıyamayacağı kadar değişebilir mi gözlerdeki bakış ve anlam? Ezelin yerine öldü diye gömülen adam sözde tanınmayacak hale getirilmiş de öylece Ezel hapisten kaçabilmiş.Peki bunu ailesi gömerken,adamın ayağı,saçı,eli ,kolu bacağı da mı ele vermez onun o olmadığını.Senaryoda Ezel yerine gömülen adamın bari yanmış olduğu söylenseydi.. Ali,Eyşan ve Cengiz bir kumarhanenin kasasını soyup suçu Ezel’e atıyorlar.Yahu Ezel bunca yıldır hiç mi dememiş benim orda arkadaşım çalışıyordu o yapmıştır diye.Ya da çevreden kimsenin aklına gelmemiş mi,polis de mi Cengizi takibe almamış?Sen bir yerde çalışıyorsun,orası soyuluyor,ama kimse senden şüphelenmiyor,senin yerine başkası içeri giriyor. Soyulan kumarhanedeki para nasıl büyük bir paraymış ki bu üç kişi o parayla şimdi olağanüstü büyük ve lüks bir kumarhane ve otel sahibi olabilmişler?Bu para bu kadar büyüktüyse,neden o kadar büyük parayı kapıdaki bir tane güvenliğe emanet etmişler?O da tek kurşunla öldürülüverdi zaten. Para dörde bölündü diyelim.Eyşanın babası,Cengiz,Ali ve Eyşan paylaştılar.Cengiz ve Eyşan evlenerek parayı birleştirdiler.Ali ne yaptı peki o kadar parayı?O niye Cengiz’in yanında sürtüp duruyor sülük gibi,o niye kendi başına ayrıca zengin olmadı? Eyşan Ezel’i hapishanede ziyarete geldiğinde,yani Ömer’i,Ömer diyor ki Gazetede okudum,Cengiz’le evlenmişsin,çocuğunuz da varmış,neydi adı,Can! Neden Eyşan’la Cengiz’in evliliği gazeteye haber oluyor?Ne sebeple?Ünlü değiller,sanatçı değiller,politikacı değiller.Olsa olsa zengin oldukları içindir.Peki o zaman neden hiçbir savcı,avukat,polis ne bileyim işte hukuk adamının dikkatini çekmemiş bu birden bire zenginleşme?Neden kimse Cengiz’i takibe almamış?Ki zaten soygunun başından beri yapılması gereken de buydu normal şartlarda. Eyşan,soyguna karar verene kadar ,saçları öne kaküllü bir tıfıl kızdı.Genç görünsün diye kaküllü postiş takıyorlardı besbelli.Sonra soyguna karar verdikten sonra,birden o kaküller gitti,hatta tüm saçları aynı boyda oluverdi.Bir insanın kakülleri bir gecede,nasıl olur da diğer saçlarıyla aynı boya gelecek kadar uzayabilir? Ömer’in ailesi,hala Cengiz’le yağlı ballı dostlar.Hiç insan demez mi bu herif nasıl zenginleşti birden,neden Ömer’in sevgilisiyle evlendi? Bunda bir bit yeniği var diye? Ömer sözde ölüyor,bir başkası da Ömer diye gömülüyor.Bu arada Ömer Ezel olmak için operasyonlar geçiriyor.Nerden baksan iyileşip insan içine çıkması iki üç ayını alır.Bu sürenin sonunda bir gece ailesinin evinin önünde gezerken,tam da o gece ailesi Ömer’in eşyalarını kapı önüne koyuyor.Kutular halinde hem de sokağa bırakıyorlar.Tamam ölünün eşyaları dağıtılır da üç ay beklenmez bunun için.Üstelik de sokağa mı bırakılır yani bu ne saçmalık? Ömer’in kardeşi Mert abisine yazdığı ama hiç postalamadığı yüzlerce mektubu da bırakıveriyor sokağın karşı kaldırımına..Ezel de görüyor ve nedense hiç birisini değil bir tanesini alıp gidiyor.Ulen adam toplamaz mı onca mektubu,on senede bu çocuk bana neler yazmış diye? Cengiz’in Eyşan’ı beraber olmaya ikna ettiği istasyon sahnesinde,Cengiz sevgisini anlatmak için,tamamen Eşkıya filminde Berfo’nun Eşkıya Baran’a yaptığı konuşmadan araklanmış replikler kullanıyor.Ben senin için en yakın arkadaşımı sattım ama o ne yaptı,falan gibi.Keşke daha özgün olsaymış.Çok taklit kokuyor çok. Ramiz neden bu kadar parayı ve zamanı Ezel’e veriyor?Bu kadar para,yani duvarın içinde gördüğümüz kadar para,Ezel’in kumarhanede iki milyon doları kaybedip hiçbir şekilde önemsemeyeceği kadar büyük bir zenginlik yaratır mı? Aman neyse ne işte,Lost’lara,Merlin’lere,Ghost Whisperer’lara alıştıran CNBC-E de bütün kabahat.Kaliteli dizilere alış alış,sonra gel yerli dizilere takıl olacağı bu.Ama yine de Ezel,içinde barındırdığı insani duygularla,yaratabileceği tartışmalarla,kurgusundaki sürpriz gelişmelerle,hikayenin ince ince yoğrulmasıyla,Türk Dizileri içinde şu anda en kalitelilerinden birisi gibi duruyor.

DAĞDAN İNMİŞ KERESTE!

Birkaç gündür,mail alıp duruyorum blogun sürekli okuyucularından ve yakınlarımdan.PKK’nın Dağdan İnmeleri hakkında neden bir şeyler yazmıyorsun,duyarsız mısın bu kadar diye kızıyorlar bana. Türk olup da böyle bir konuya duyarsız olabilmek mümkün olsaydı keşke. Yazılacak,söylenecek şeyleri günlerdir gazetelerde okuyorum zaten.Kamuoyunun genel tavrını izliyorum,herkes aynı öfke ve tepki içinde,benim ekleyecek farklı ve yeni bir sözüm yok ki bu konuda yazayım.Tepkiliyim,midem bulanıyor,öfkeliyim,hem de cinayet işleyecek kadar.Görüntülerden utanıyorum,görmek istemiyorum,hatta gördüklerimi bile unutmak istiyorum. Otuzdört PKK lı dağdan indi! Keşke ait oldukları yerde ölüp gitseydiler. Evet düşüncem bu. Kafamda binlerce soru işareti var. *Birincisi,teröristler neden indi? Kendileri Bölücübaşının direktifleri doğrultusunda indik diyerek hala onun tebaası olduklarını hala onun sözünün geçtiğini alt metin olarak vermeye çalışıyorlar.Peki Bölücübaşının gücü topu topu 34 kişiye mi geçiyormuş diye sormaz mı insan? Diğerleri nerde peki?Neden hepiniz dinlemiyorsunuz Elebaşınızın sözünü o zaman? *İkincisi,bizzat kendilerinin beyanı olarak ,hiçbir eyleme katılmadıkları söyleniyor."Hiç bir eyleme katıldın mı?" sorusuna verilen hayır yanıtı Türkiye Cumhuriyeti için bu kadar yeterli ve söz bu kadar itibarlı mıdır?O halde Ergenekon davasında yargılanan onlarca akademisyen,devlet adamı,asker vb.'ye de aynı soru sorulduğunda,onlar da hayır cevabı verdiğinde,onların cevapları neden yeterli ve itibarlı kabul edilmiyor,onlar neden salıverilmiyor? *Üçüncüsü,etkin pişmanlık yasasından faydalandırılmak isteniyorlar.Peki neden? Kendilerinin hiçbir şekilde böyle talepleri olmadığı halde devlet neden ille onları salıvermek için hukukun maddelerinden faydalandırmaya çalışıyor?Devlet onların tutuklanmayacaklarına dair kime söz verdi de bu sözü böyle canla başla kılıfına uydurmaya çalışıyor?Bunca yıldır içerde PKK yandaşı veya üyesi olduğu için yatan hükümlü ve tutuklulara neden farklı muamele yapıldı öyleyse? *Dördüncüsü TCK 221 Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi hâlinde, hakkında cezaya hükmolunmaz diyor.. Yakalanma hükmü geçiyor.Yakalanan yok!Pişmanım diyen yok,örgüt hakkında kritik bilgiler veren yok…Hangi maddeden faydalandırıldı bunlar? *Beşincisi yine aynı maddede, Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya örgüte üye olan kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi hâlinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan dolayı cezaya hükmolunmaz. Kişinin bu bilgileri yakalandıktan sonra vermesi hâlinde, hakkında bu suçtan dolayı verilecek cezada üçte birden dörtte üçe kadar indirim yapılır diyor. Örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi veren var mı otuz dört kişi içinden?Verdiyse bile yedi dakikalık sorgulama süresi içinde veremez.Kaldı ki bu madde ayrıca kendi içinde defoludur.Sırf bilgi verdi diye bir terör örgütü üyesi,ceza almadan salıverilebilir mi? Çık dağa,yap canının istediğini,öldür ülkenin askerini,çocuğunu,kadınını,yaşlısını… Boşalttır köyleri…karakol bas,mayın patlat,havan topunun arkasına geç gönder bombayı,şehir içinde oraya buraya bomba yerleştir,masum insanları katlet,sonra canın sıkılsın,örgüt içinde bir şeye bozul,dağdan soğu…in aşağı,örgütü anlat,yapılanları anlat,pişmanım de,affediliver…yok ya! *Altıncısı bu insanların hiçbir eyleme katılmadıklarının garantisi neredendir?Hiç bir eyleme katılmayan insanlar neden kendilerini bir örgüte üye ederler?Hiç bir eyleme katılmadıysan,ya terörist yetiştirdin,ya beyin takımındansın eylem planladın,ya casusluk yaptın,ya teröristi besledin baktın…bir şekilde o örgüte çalıştın mı? Dolaylı ya da dolaysız insan katline yardımcı oldun mu? *Yedincisi bu insanlar bu kadar deşifre olmuş durumda iken,ortalarda ellerini kollarını sallayarak rahatça nasıl gezebileceklerini düşünmektedirler? Bir şekilde hepsinin son derece masum ya da günahsız olduklarını düşünelim bir an için.Bu halde bile olsa,bu kadar kamuoyu tepkisi çekmiş insan,adları,yüzleri belli,ortalarda can güvenlikleri tehlikeye girmeden nasıl dolaşabileceklerdir? Nerede yaşamaya devam edecekler?Neyle geçinecekler? Elbette ki büyük şehirlerdeki örgütlenme desteğiyle! Elbette ki onlara can güvenliği veren devletin desteğiyle… Madem artık örgütle bir işleri kalmadı,örgüt gelip onları temizlemez mi? Örgüt istemişse teslim olmalarını,o halde örgütün bundan her halükarda bir çıkarı vardır ki o halde de bu çıkara devlet neden aracı olmuştur? Bu soruların hiç birisi kamuoyunun kafasında ve vicdanında cevaplanmayacaktır,buna kalıbımı basarım. Efendim dağdan kesilen kerestelerden bir parti daha gelecekmiş aynı fevkalade iğrenç ve tiksindirici şovları bir kez daha tekrarlamaya. Adam sormaz mı,Elebaşı da hiçbir eyleme katılmadım dese,acaba onu da salıverirler mi? Hatta ve hatta adam sormaz mı neden salıvermiyorlar diye? Şimdi bu teröristler sözde açılımı desteklemek için geldiler.Peki şimdi size bir tanım yazacağım.Terörle Şube’nin sitesinde terörün tanımı aynen şöyle “Terör;baskı, cebir ve şiddet korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak ve yıkmak veya ele geçirmek temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte (burada örgüt terimi iki veya daha fazla kimsenin aynı amaç etrafında birleşmesiyle, teşekkül, cemiyet, silahlı cemiyet, çete veya silahlı çeteyi kapsamaktadır) mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir” Peki ülkeye giriş yaptıklarında yapılan şov,devletin otoritesini zaafa uğratmadı mı,kamu düzenini bozmadı mı,halkın genel psikolojik sağlığını bozmadı mı? Bu da terörün bir başka biçimi değil mi? Bir yanda Filistin'li "Müslüman kardeşlerimize" yapılanlar nedeniyle İsrail’le papaz ol,öte yandan Azeri Türklerini Ermenistan ile arayı yapacağım diye küstür.(Ermenistan da kendi diasporasını küstürmüştür bu arada tabii de o kendi sorunları zaten diaspora değil mi yıllardır Ermeni ortak hafızasına Türk düşmanlığını Türk nefretini eken?) Türkiye bir karar vermeli artık Müslümanlık ya da Türklük…Birini seçsin.Ya Türkiyenin çıkarları,ya sonuna kadar Müslüman misyon yüklenen bir devlet. Ermenistan'la Protokol imzalarken Türk'üz,Filistin'e yapılanları protesto ederken Müslümanız.İster Müslüman,ister Hristiyan ister Musevi olsun sorun ezilen bir milletin yanında olmaksa,onun yanında durmaksa,Karabağ da yıllardır işgal altında… Müslüman Afganistanın ABD tarafından çektikleri malum…Müslüman Irak’ın da… Sorun Türkiye’nin çıkarları,Ermenisiyle,Azerisiyle,Musevisiyle,Çerkeziyle,Lazıyla,Kürdüyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin çıkarlarını korumaksa, o halde Filistinden sözedilirken sürekli Müslüman kardeşlerimizin….tanımlamasının kullanılmaması gerekiyor. Obama TBMM de konuştuğunda,Ermeni Meselesi için kalıcı ve yararlı adımlar atılmasını,Kuzey Irak’ın tanınmasını ve KKTC limanlarının açılmasını istemiş… İlk ikisi oldu,sıra KKTC de…yaşasın yeni başkanımız OBAMA!!!

SEYHAN GÜNEYE AKIYOR

Çok arkadaşım oldu,çok dostum olmadı. Zaten etrafındaki kişi sayısı arttıkça dost sayısı azalır. Kendinden bir parça gibi görebildiğin herkes dostundur.Seni senden iyi bilen,dostundur.Sevinmene senden çok sevinen dostundur. Yeni bir ortama girdiğinde,en zoru ilk hafta,arkadaşlık edebileceğin birilerini bulmak,ortada sap gibi kalmaktır. Herkes sana bakar,seni gösterir zannedersin birbirine. “Bak bu yeni gelen” Yanına iyi niyetle,anlayışla,güler yüzle yaklaşacak,seninle iki satır konuşacak birini bekler durursun.Hatta bazen bu şekilde yaklaşan kişilere yapışır kalırsın. ‘’Dost dost diye nicesine sarıldım…” Bundan onbir sene önce,yeni göreve başlayacağım okulda da aynı duygular içindeydim.Her yeni görene kendini tanıt,eften püften sorularına cevap ver.İstemeye istemeye gülümsemeye çalış. Sonra o geldi yanıma. Saçı başı,üstü,kılığı,ayakkabıları,tercih ettiği renkler,yürüyüş biçimi,yüzündeki gram makyajsız sadelik,tipik bir sosyalist,idealist kişilikle karşı karşıya olduğumu gösteriyordu.Saçları aynı benimkinin rengindeydi.Ve benimkiyle aynı kısalıkta,aynı biçimde kesilmişti.Boyu benden belki üç beş santim daha kısa,beden ölçüsü,zayıflığı bire bir benim ölçüm! Kendimin makyajsız halini birden karşımda görünce şaşırmıştım tabii.Hem bana,hem de yıllar önce ayrık akıl olduğu için izini kaybettiğim bir tanecik arkadaşıma benziyordu. Bu benzerliğin şaşkalozluğu içindeyken ona çayın ne zaman hazır olabileceğini sordum,ikinci dersin teneffüsünde hazır olur,beraber içeriz dedi. İlk sorum,Sivas’ lı olup olmadığıydı.Hayır ama Samsun’luydu,ilk harfini tutturmuştum en azından,buna gülüştük.Sivas sorusu,sevgili ayrık akıl arkadaşıma olan benzerliğinin bir hemşehrilik bağından gelip gelmediğini merak ettiğimdendi.Bu çıldırtan benzerlik bir yerden mutlaka haklı çıkmalıydı.Sonra sonra anladım ki Alevilikti aralarındaki tek ortak yön,benim gönül dalıma bağlanmış birer kırmızı kalp olmaları dışında. O gün bilmiyordum hayattaki en sağlam,en hakiki dostla tanıştığımı tabii.Sonraki günler,o üzerindeki o komünist hallerini benimle beraber attı,ben üzerimdeki o çekingenliği onunla beraber attım. O,inanmayı öğrendi,ben karşılıksız sevmeyi. Hayatta gülünecek ya da gülünmeyecek ne varsa,hepsinde fikir birliği içindeydik.Uzun teneffüslerde,aramızda fısır fısır konuşur,çay odasındaki kalabalığın farkında bile olmadan,başka bir alemden kahkahalar atardık.Hallerimiz ve tavırlarımız o kadar birbirinin kopyası olmuştu ki,öğrencilerimiz,ikimizin akraba olduğu konusunda birbirleriyle iddiaya giriyorlardı.Duruşumuz,tavrımız,tepkilerimiz bile aynıydı çoğu kez.Bu kadar ruh ve beden benzerliği hem öğrencileri hem velileri şaşırtıyordu. Duruma şaşırmayan tek bizdik herhalde. Mevlana ve Şems gibiydik,yıllardır birbirimize ne kadar hasret olduğumuzu bilmeden yaşamış,birbirimizi bulunca da bunu büyük bir olağanlıkla karşılamış ve olduğu gibi sindirmiştik. Onun tek endişesi vardı,askerliğini yapmakta olan eşim eve geri dönünce,ona eskisi kadar zaman ayıramayacağımı,şimdiki arkadaşlığımızın biraz sekteye uğrayacağını düşünüyordu.Ama asla bu olmadı.Eşim de onunla tanıştığı andan itibaren onu kanka kabul etti,birbirlerini çok sevip saygı duydular. Bir gün ,o sıralarda dört yaşında olan oğlumla da tanıştılar ve bir nehrin denize kavuşması olayı ikinci kez gerçekleşti.Oğlum onun kucağına bir zıpladı,o oğlumu bir kucakladı…aradan bunca zaman geçti,hala oğlumun gözbebeğidir,hala oğluma kendi öz evladı gibi sevgiyle sarılır.Aralarında,benim hiçbir katkımın olmadığı bir dostluk ve naz geçme anlaşması oluştu. Hayatında beni bir gün bile incitmedi. Hayatında beni bir gün bile sevmediği olmadı. Hayatında,benim olmadığım günlerinde bile benim onun yanında olduğumu düşünmekten vazgeçmedi. Bir gün ramazan ayında,oruç tutasım geldiği bir günde,neden olduysa oldu,benim sigara ve çay krizim tuttuğundan,onun bana söylediği bir cümle üzerine olağanüstü aşırı bir tepki vererek kalbini kırıverdim.O gün bile bir kez bana sesini yükseltmedi,bir kez kırıcı bir sözle karşılık vermedi,hayatta bundan daha güzel bir karşılık olamazmış bir insanı yaptığından utandırmak için.Eve ağlayarak gittiğimi hatırlıyorum,sırf onu hak etmediği halde incittiğim için.Binbir mesajla gönlünü almak istediğimde,ne kadar olgunlukla affedivermişti beni.Bir gün onun kadar olgun ve öfkesiz,hayatla ve insanlıkla barışık olabilmeyi çok isterim. Dostunuzun yanında ,gaz çıkarmak,geyirmek sizi utandırır mı? Bizi kahkahalarla güldürürdü.Beraber attığımız onca kahkaha bu gün hala içimde bir yerlerde su yüzüne çıkmayı bekler durur,hiç birisini unutmadım.Her kahkahanın ve her hüznün çetelesi vardır içimde. Ne bizde kaldığı ve bana aşure getirdiği ve benim aşırı aşure yüklemesinden mide fesadı geçirip kustuğum,hastalandığım,ama sabaha karşı acıkıp kalkıp dolaptaki aşureyi bitirdiğim o geceyi,ne oğlumun onu zorla elbise askılığının arkasına çekip filmlerdeki gibi öpüşme egzersizleri yaptırmasını ve onun kahkahalarla bu egzersizlere yalandan razı oluşunu,ne yıllanmış şarabı gündüz gündüz içip akşamüzeri zom oluşumuzu,ne ameliyattan yeni çıktığım günlerde gittiğimiz bir gecenin ayazından üşümeme razı olmayarak üzerindeki paltoyu zorla bana giydirişini,ne sıkış tepiş arabanın içinde oğlumu kucağına alarak katlandığı yolculuğu,ne o tatil günlerimizdeki muhteşem boşvermişliği,ne bana havuzda balıklama dalmayı öğrettiği günü,ne beraber alışverişe gidip onu postallardan,gri ve siyah renkli elbiselerinden kurtarmaya soyunduğum anlarımızı,ne pazara gidip dönüşte aldığımız tüm erikleri ve salatalıkları yarı yolda bitirip tekrar yürüye yürüye pazarın yolunu tutuşumuzu,ne elimde makas ve iki kutu boyayla kapısına dayanıp seni bu boz ayı postu rengi saçlardan kurtarmaya geldim dediğim ve aşırı gür saçlarına boya yetmediği için tıpış tıpış süpermarketin yolunu tuttuğum günü unutabilirim. Ne hissedersem hissedeyim,o günkü ruh halim ne olursa olsun bana hep katlandı.Bazen ilacım,bazen bankamatiğim,bazen aynam,bazen gardrobum,bazen ablam bazen evladım oldu.Beraberce şarkılar söyleyip sazlar çaldığımız o gecelerde,gözlerine bakıp bakıp,hep bu insanı karşıma çıkaran kadere şükrettim. Birkaç sene sonra o kendi asıl eğitimini aldığı sektöre geçti,öğretmenliği bırakıp.Ben de yeni bir okula…Yine yeni bir ortam,yine aynı sıkıntılar ,ve bu sefer yanımda o yok.Her teneffüs arasında öğretmenler odasında gözlerim ve ruhum hep onu ararken,kendi kendime gönlüm hep seni arıyor,neredesin sen şarkıları mırıldanarak içli içli gezerken,orda da bir başka dost karşıladı ilk haftamda beni. Bu kez bir erkekti ama cinsiyetini önemsemeyeceğiniz türde,sadece can yoldaşı olacak türde erkekler vardır hani. Dosttur,ağabeydir,kardeştir,babadır,candır hani.İşte bu iki güzel insan,üstelik aynı mezhepten,aynı müzikleri dinleyip aynı sosyalist hayat görüşüne sahip bu iki farklı ama aynı insan,kaderin bana biçtiği güzel rol sayesinde tanışıp,evlendiler. Kaderin yıllar önce benden koparıp aldığı ayrık akıllı arkadaşım,sevgili eşimi bana tanıştırmıştı ve ona bir söz vermiştim. Demiştim ki bir gün ben de sana evleneceğin adamı tanıştıran kişi olacağım ve nikah şahidin olacağım.Ama olamadı.Birbirimizi hüzünlü bir şekilde kaybettik.Yıllar sonra aynı kader,karşıma o ayrık aklın bir kopyasını ama daha sağlam bir kopyasını çıkardı ve ben yıllar önce bir başkasına vermiş olduğum sözü bu yeni dostumda yerine getirebildim… Hamilelik sıkıntılarında sırf bir şeyler yiyebilsin diye pişirdiğim yayla çorbaları,bü gün hala yüreğimi burkar.Her buram buram tüten yayla çorbası kokusunda ,biraz ondan bir şeyler bulurum.Hatta her biber dolmasında…Açlıktan ölecek kadar yorulduğu bir akşam kendisini bizim eve atıp silip süpürerek yediği biber dolmaları hala onun kokusunu taşır içimde. Birbirimizi aylarca arayıp sormadığımız,aylarca görüşemediğimiz oldu.Ama hep bilirdik ki o ve ben bir yerlerde birbirimiz için atan iki kalp taşıyoruz,bir tek telefonla,birbirimize akacak iki nehir olacağız. O bir yerlerde benim için hep vardı. Ben bir yerlerde hep onu severek yaşadım. Biz bir zamanlar gökyüzünde amaçsız gezen iki sahipsiz buluttuk. Bir gün bir şekilde birbirimize çarptık ve yeryüzüne dostluk yağmurları olarak indik. Birbirimizi ıslattık,birbirimizle yıkandık. Şimdi bu nehir,bu Seyhan,başka bir yöne akıyor. Hayat şartları onu,mesleğini benden çok uzak bir şehirde yapması gerekecek şekilde yönlendirdi. Gökyüzünde iki ayrı bulut olarak devam edeceğiz yollarımıza. Hala mutfağımda yayla çorbası pişecek,biber dolmaları yapılacak.Birileri bir yerlerde arkadaşının saçlarını kesecek boyayacak,birileri bir yerlerde arkadaşına balıklama dalmayı öğretecek,biryerlerde birileri bağlama çalıp Acem Kızı’nı okuyacak…Birileri rakıdan sarhoş olup klozete yapışacak,öteki kusmasına yardım edecek…Bir yerlerde,birileri boş okul koridorlarında dolaşıp gönlüm hep seni arıyor neredesin sen türküsünü mırıldanacak. Başka bir yerlerde başka birileri sabahları iş yerine ilk gelenlerden olup fısır fısır sohbet edip kahkahalar atacak.Birileri birbirine pamuk prenses ve yedi cücelerle ilgili karikatürleri anlatacak beraber gülecekler.Birbirlerine her ikisi de o günden sonra Pamuk diye hitap edecek belki. Birileri birilerinin gözlerine bakıp ne hissettiğini anlayacak,birileri başka birilerini arayıp sadece seni özledim gelip göreceğim diyecek.Bir başkası,yine bir başka dostunun çocuğunun büyümesine şahit olacak,o çocukla aralarında asla yıkılmayacak bir gönül köprüsü kuracak. Birileri bir yerlerde,ötekinin doğum gününde kapısına özel bir mektup bırakacak üzerine bir kuru gül iliştirilmiş… O birileri biz olmayacağız. Bir yerlerde dostluklar kurulacak bir ömür boyu süreceğini önceden kimsenin tahmin edemeyeceği.Birileri saatlerce okey masasında oturup kavga dövüş taş çalarak sabahı edecek… O birileri biz olmayacağız artık. Ama birileri,ne kadar uzakta olursa olsun,kalplerinde birbirlerine büyüttükleri köklü sevgiyi hep içinde hissederek yaşayacak.Bir gelincik çiçeği görüp hep kınagecesicik diye isim verecek yüreği burkularak.Birileri her zaman kadere böyle bir dostluğu nasip ettiği için şükredecek. O birileri biz olacağız. Seyhan’ım güneye akıyor. Yüreğimdeki bu nehir sen neredeysen oraya akacak…Bin cefalar etsen almayacak üzerine. Gönlü hep seni arayacak.Dolduramaz boşluğunu ne ana ne kardaş diye yüreğinde hep ince bir sızıyla adını anacak… Hayatımın en güzel en muhteşem hediyelerinden biri… Söyle ,yıllar geçse de üstünde,bu kalp seni unutur mu?

BIRISI KOTU HUY MU DEDI?

İntikam almayı sevenlerden misiniz?

Yoksa ilahi adalete güvenip sessizce, bir köşede olacakları seyredenlerden mi? Ben genelde ikinci grupta yer alanlardanım. Ama bazen elime güzel fırsatlar geçtiğinde,kullanmayı da severim.

Ama geçtiğinde…

İlla ki kendim intikam alacağım diye uğraşmam,ama yer açıldığında elimdeki taşı gediğine koymayı da ihmal etmem.

Her zaman ve her durumda değil tabii.

Bazen kinimi unuturum hatta bir zamanlar ilahi adalete havale etmiş olduğum kişileri acıyıp himayeme bile aldığım da olmuştur.

Geçen gün gazetede Seren Serengil’in bir demecini okudum.
Tabii ki gazetede okunan her şey doğru değil… Ama yalanlanana ,tekzip edilene kadar,üzerinde yorum yapılabilir ve doğru kabul edilebilir.

Kocası ile ayrılmanın eşiğine gelmişler.Tamam,normal olabilir.
Fakat bir gariplik var.

Neden boşanma eşiğindesiniz diye sorulsa bana,özel sorunlar,anlaşmazlıklar yaşıyoruz der,konuyu kapatırım.
Tabii konuyu kapatmak,eşime bir zarar gelmemesini sağlamak istiyorsam!

 Önce ,adamı bir güzel yağlamış,beş yıldır şöyle iyiydi,böyle iyiydi…diye.
Sonra tam oraya bir AMA koymuş…

AMA!

Eşinin,beş yıldır aşkından dolayı görmezden geldiği ama beş yıldır bir türlü düzeltmediği için artık canına tak dedirten “kendi bünyesi içinde” (bu da ne demekse) kötü bir huyu varmış.

Ama bunu kimseye açıklamayacakmış!

Yahu açıklasa yemin ederim daha masum bir iş yapmış olurdu.

Bunun aynısını aylar önce Sibel Can da yapmıştı.

“Tatil dönüşü,Sulhi Beyi,inanılmaz bir şey yapmış olduğu halde gördüm,şok oldum,ama bu kimselere açıklayamayacağım bir şey!”
Ee,şimdi bunu okuyunca insanın aklına bin tane ihtimal gelir.

Toplu seks,ters ilişki,sübyan çocukla ilişki,hayvanla ilişki,tecavüz anı,ensest ilişki,çocuk pornosu izlemek,satanist ayin yapıyor olmak,homoseksüel bir ilişki içindeyken yakalanmak,kendi kendini tatmin ediyor olmak…neler neler…liste uzar gider.

Çünkü bu tür şeyler; insanın,yapan kişiyi eylem üzerinde yakaladığında şoka gireceği ve kimselere söyleyemeyeceği,söylemekten utanç duyacağı şeylerdir.

Şimdi hanımefendi,aslında tam olarak ne yaptığını söylese,o bir tane suçu kafanda evirir çevirirsin ve biter.

Ama söylenmeyince,insan ,itham edilen kişinin fotoğrafına bakar bakar,hımm….ne yapmış olabilir acaba diye işte binlerce ihtimali düşünür durursun ve bu o kişiyi iyiden iyiye küçültür.

Adamın bir çevresi var,itibarı var,akrabaları var,arkadaşları var,herkesin aynı şüphe ile adama baktıklarını bir düşünsenize.

Tam da Sibel Can’ın istediği bu değil miydi sizce?
İ
ntikamını bu şekilde almak,bir de üstüne sanki iyilik meleğiymiş de kocasının onurunu hala koruyormuş,aman ne fedakar kadınmış ayaklarına yatmak iyi numara.
Ama yersen!

Üstelik madem açıklayamayacağın bir şey o halde neden kafalarda şüphe uyandırmak bu kadar hoşuna gidiyor.

Boşanırsın,ayrılırsın,terk edersin,yani ilişkini kendi çapında biritirsin biter gider.Ama gitmeden,adamı da bitireyim diye bir niyet yaptıysan,bu aşağılık davranışı da ilişkinin sonuna imza olarak atarsın işte.

 Kaldı ki bu asla açıklayamayacağı şey eninde sonunda açıklandı işte.Kasasındaki mücevherlerini çalmakla itham ediyor Sulhi Beyi.

Mide bulandırıcı.

Miami dönüşü şok olduğu manzara buymuş.

Yahu kadın,sen demek ki bu adama güvenmişsin ki onları evindeki kasanda bırakıp evinden uzaklaşabilmişsin.Yani bu adam bir şekilde öyle ya da böyle senin güvenini kazanmış.

Öyle olmasa banka kasasına bırakır giderdin mücevherlerini.
Bunun da mı hiç hatırı yoktu yani,adamı böyle şüpheler ithamlar içinde bıraktın.

Seren Serengil’e dönecek olursak,işte onun yaptığı da Sibel Can’ın izinden ,son derece küçük düşürücü bir şey ama işin daha vahim olan tarafı kendilerini ne kadar küçük düşürdüklerinin farkında olamamaları.

Seren Serengil zaten medyaya,yanlış ilişkileri ve yanlış evlilikleri ile sürekli malzeme vermeye meraklı bir hatun.

Zaten yanlış olup olmadığından bize ne; sürekli kendisi,her biten ilişkisinin ardından ağlayarak demeçler verip durur da ordan biliriz.

Şimdi sen bu son evliliğinde,adama içinde hırs biriktir,biriktir.Sonra ağzına dayanan ilk mikrofonda adamı “kendi bünyesi içinde kötü bir huy” diye akıllara zarar bir cümleyle itham et.
 
Sonra bir de masumu,seven kadını oynar ayaklarında önünde arkasında adamı yağla.

Aman Seren ne kadar seviyormuş da buna rağmen katlanmış desinler.
Şimdi bunu okuyan herkes demez mi nedir acaba böyle,evliliği bitirecek kadar,bir kadının canıma tak etti diyebileceği kadar kötü huy?

KÖTÜ HUY?

 Seren Hanım “Huy” diye tabir etmiş olabilir ama bu bir alışkanlık da olabilir değil mi yani?
(Hala kendi bünyesi içinde tanımına taktım.Ne demek ulen kendi bünyesi içinde?İnsanın kötü bir huyunu,bir başka bünye içinde yaşatanlar da mı var?)
Alkol mü,içince kendini kaybetmek mi,çalma hastalığı mı,kadın dövme mi,mazoşizm mi,sadizm mi,kadın kılıkları içinde gezmek mi,fantezi yaparken kadın iç çamaşırı giymek mi,uyuşturucu mu,yalan söyleme hastalığı mı,iftira atma bağımlılığı mı,kendi kendine cinsel takılmak mı,dolandırıcılık mı,dileniyor mu yoksa kılık değiştirip,Beyza’nın kadınlarındaki gibi kişilik bölünmesi mi var?
Yani Seren Hanım amacına ulaştı mı?
Kocaman bir Eveeeet!
Adamı bin tane şüpheli huyun içinde yüzdürdü mü?
Eveeeeeet!
Peki Seren Hanım bu davranışıyla kendisinden tiksindirdi mi?
 Eveeeeeet!

ERKEKLER DİKKAT


Yazıyı okuyan erkeklere demek istiyorum ki,ammman haaaa,kadınları,sizden intikam alacak şekle yaralamayın .
Bazı arkadaşlarımdan işittiğim öyle intikam hikayeleri oldu ki,anlatsam,dudaklarınız uçuklar.
Yok ulen,benimki öyle şeyler yapmaz,dersiniz belki ama,bu da hayattaki en büyük yanılgınız olur,söylemedi demeyin.
Üstelik kadınların bir de intikam alırken ben kendim ne hallere düşerim falan diye bir endişesi de yok çoğunlukla.
O anın tadını çıkarmak için her şeyi göze alanlarını tanıyorum. Dua edin de onlardan birini siz tanıyor olmayın…!
Bir de kötü huylarınızı bir gözden geçirin bakalım,ileride sevdiğiniz kadın sizden masum pozlarında intikam almak isterse,hangisini kullanır diye.
Hatasız kul olmaz diyorlardı değil mi?

KAN İSTİYORUM KAAAAAN!

Rahmetli annem ve babam beni yaparken bazı malzemelerimden bayağı bir çalmışlar,bazılarını da fazladan bonus olarak kullanmışlar.Yapım aşamamda,demirimden çaldıkları geçen hafta bir dizi kan ve idrar testi sonucu kesinleşti.Elimde belgem var,babama şantaj yapabilirim. Yaklaşık bir altı yedi aydır,bende bir halsizlik,bir yaşama boş vermişlik,bir uyuma isteği,bir nefes yetmezliği,bir elden ayaktan kesilme,titreme,dizlerde zangırdama falan.Önce dedim ki yaşlanıyorum.Kasım’da kırka giriyorum artık.Sonra etrafımda benden daha daha uzun yıllar önce doğmuş olanlara baktım,hepsi maşallah bir hopidik,bir enerjik,bu sefer dedim ki yaşla ilgisi yok acep depresyonda mıyım?Sonra etrafımda benden daha uzun süre önce depresyona girmiş olan numunelere baktım,vallaha ben hepsinden daha vahim durumdayım.Sonra kan şekerimden şüphelendim çünkü uzun yıllardır Canderel kullanırım şeker yerine.Dedim ki heralde kan şekerimi çok düşürüyorum bilmeden,diyet miyet ayağına.Şekeri kullanmayı bıraktım ama baktım olmuyor.Tuttuk doktorun yolunu. Sonuç,ağır anemi,hipokalsemi ve hipotiroidi. Yani Türkçesi,biraz fazla kansızlık,kalsiyum eksikliği,bir de az çalışan guatr.Kansız,hipokalsemik ve hipotiroidik yazarınız,rahatladı mı peki?Nerdeee?Doktor dayadı kalçadan beş adet Ferrum ampulü.Günde bir tane.Bir tane de günlük kalsiyum tableti.Tablet neyse de,iğneler cehennemin dünyadaki galası,prömiyeri,ilk gösterimi,demosu falan sanırım.İğnenin yapılış şeklinden dolayı zaten ağrıtan bir durumu var bir de enjeksiyon anında öyle bir yanma ki allaaaah….yaşayan bilir.Bir gün iğne ol,bir hafta topalla.Sonra doktor dedi ki,adet düzensizliğin,kanama fazlan varsa,bir de jinekoloğuna görün,o da kansızlık yapar. Jinekolog?Cehennem zebanisinin dünya ayağı yani benim için! İnsan bir gün içinde bu kadar acıya nasıl katlansın sevgili okur? Gittik zebaniye de muayene olduk. Dedi ki bu kanamaların nedenini teşhis etmek için rahim içinden biyopsi alacağız,patolojiye yollayacağız,gelecek sonuca göre değerlendirme yapacağız. Dedim nasıl? Dedi narkoz altında.Ve böylece,hayatımdaki beşinci narkoz seansımı da alarak,operasyona girdim.Çıktığımda yine zırıl zırıl ağlıyordum,naaparsın kardeşim bende narkoz böyle bir etki yapıyor,birbirimize de çok alışığız halbuki.Bir gün gelecek ve ben narkoz almadan günlük işlerimi yapamaz hale geleceğim biliyorum. Onun sonucunu beklemekle geçen,kafamın içinde bin bir şüphe,kollarımda narkozlar ve tahlillerin iğne deliklerinden oluşmuş sancılı morartılar,grip aşımın şişliği ve ağrısı,tetanoz aşımın zonklaması,kasıklarımda ve biyopsi alınan bölgemde sancı ve kramplar,biyopsi nedeniyle artan kanama,baş dönmeleri,nefes darlığı,dermansızlık,halsizlik ve baş dönmeleri ile dolu bir on gün…normal tansiyonum zaten düşüktür,kansızlıkla iyice düştü bu aralar. Biyopsi sonucu temiz geldi,kanama nedenim,doktorumun birbuçuk senedir kistimi yok etmek için kullandırdığı doğum kontrol hapına vücudun reaksiyon göstermesiymiş. (Meraklısına yazıyorum bu arada bir buçuk yıldır Yasmin kullanıyordum) Hapı kestik şimdilik bakalım kanamalar duracak mı?İğnelerin yanında dut pekmezi,haşlanmış kereviz ve ıspanak suyu kürü de yapıyorum.Ama hiçbir şikayetim geçmiş değil. (Yalnız enteresan bir durum var,hipotiroidinin internette okuduğum tüm belirtilerinin ben tam tersini yaşıyorum,ilginç…) Bu sabah saat 08 itibariyle yeniden tahlil için kan verdim.Bir saat önce de sonuçlarımı doktoruma gösterdim.Demir depolarım dolmuş,kalsiyum da iyi seviyelerde,tiroidim de yine normal çalışmasına dönmüş,onun için herhangi bir tedavi vermemiş olmasına rağmen.Bakın bir kansızlık neleri tetikliyor,kanda bol miktarda lökosit falan da vardı onlar da temiz çıktı.Yani sayısal olarak kan değerleri düzelmiş bulunuyor ama pratikte hala bir değişme yaşamış değilim.Doktora gidip geldim bütün enerjim söndü yemin ederim kendimi kanepeye zor attım.Acaba bende uyku yetmezliği,kanepe tiryakiliği falan mı var?Amma çürük elmaymışım da haberim yokmuş,amma defolu üretimmişim haaaa…Acaba 69 modellerin üretiminde bir sistem hatası mı var nedir? Hayatımdan siyah çayı on gündür çıkartmış durumdayım. Demirin vücutta tutulmasına tamamen engel oluyor çünkü.Süt içerdim soğuk soğuk ne güzel,onu da kestim,o da aynı etkileşimi yapıyormuş.Bu arada kalsiyum lazım ama sütü de kestik,işte tabletlerle telafi edeceğiz.Basit bir şey sanırsınız kansızlığı,ben de öyle sanırdım,birisi üşüdü mü,rengi soldu mu kansızlığı var deyip geçerdik ama öyle değilmiş yaşayan biliyor ancak. Bu halsizlik,bu ayakta duramama,bu güçsüzlük hissi anlatılır gibi değil yani.Markete gitmeyi gözüm kesmiyor ya yarı yolda yoruluverirsem diye.Bitmeyen enerji kaynağı bişey istiyoruuum,kan istiyoruuum. Kana susadım,Edward’ı,Bella’yı anıyorum bol bol.Ah…kitabın yeni serileri yazılsa da okusam,damardan damardan taze kan gibi ne iyi giderdi valla…

YÜKSEK TOPUK SANATI

Hiçbir zaman sevmedim.Ne topuklu ayakkabıyı,ne de deri malzemeli kösele ayakkabıyı.Kendimi bildim bileli ayağımda ya bir zamanların salgın okul klasiği Timberland’lar oldu,ya tırtır kauçuk tabanlı botlar ya da lastik ayakkabı.Ki bir zamanlar biz onlara KES derdik,kısaca.Şimdi adı spor ayakkabı oldu o ayrı. Yazın ayaklarım çok yanarsa belki o zaman parmak arası şıpıdıklarım için vazgeçerim lastiklerimden,o kadar. Sosyal hayatın çok sevimsiz çok itici bir parçası olduğundan,giymek zorunda olduğum yerler var.Bu nedenle de sosyal hayatın o belli parçalarından da nefret ediyorum. Şimdilerde yolda yürürken etrafıma bir bakıyorum ki,(dershane çıkışına ,lise çıkışına denk gelmişsem daha çok numune görebiliyorum)kızlar artık gitgide kısalmış,boy ortalamaları irice bir keçiyle neredeyse başa baş hale gelmiş.Oğlanlar da kızlardan ancak işte bir dört parmak kadar ya uzun ya da çoook çoook uzun.Ortası yok. Ama kızların durumları çok vahim.Boylar kısa,basenler geniş,düşük bel kotların bel hizası üzerinde iki yana semer gibi sarkmış lop lop etler.Ya da tamamen vitaminsiz,raşitik,blumik zayıflıkta çubuk gibi bedenler ama ille kısa,ille bodur.Milletin büyüme hormonu eksiği var vallahi billahi.Şu yediğimiz ,suni büyütülmüş onca sebze meyve ve tavuğa rağmen evlatlarımızın inatla büyüyememesi çok enteresan. Durum bu iken,cümle kot üreticilerimiz,her pir paçasını boyuna göre kestirdiğinde birer adet kot çanta bir de kot etek çıkarabileceğin kadar fazladan kumaşı inatla o kotların bacak boylarına ekleyip duruyorlar.Yani anlayacağınız,benim gibi normal standartların on- on beş santim üzerinde boya sahip bir deve bile,kot aldığı zaman paçasını terziye verip orijinal paça istiyor. Gitgide cüceleşen bir nesile,gitgide bacak boyu uzayan pantolonlar satıp duruyorlar.Kesilip atılan parçaları dediğim gibi kot etek ya da çanta yapımında kullanmıyorsanız,çöpe giden milli servete yazık. İşte bana bile uzun gelen bu paçalar yüzünden bazen kotun altına bile yüksek topuklu giymek zorunda kalıyorum paçalı tavuk gibi yerleri süpürmeyeyim diye.Günlük hayatımda asla giymeyeceğim şıkır şıkıdım kıyafetlerin altına bile bin bir eza ile giyiyorum o topuklu işkenceleri,ille de giyeceksem de dolgu topuk olanları tercih ediyorum,en azından daha rahat yürünebiliyor. Hani okul veya dershane çıkışlarına denk gelmişsem görüyorum kızlarımızı demiştim ya,o öğrenci tayfası içinde bile var yani tık tık tık sallana sallana tek topuk üzerinde yürümeye çalışanlar.Büyüme hormonunun yapamadığını,ayakkabı endüstrisi ikame etmeye çalışıyor.Neyse ne,giyen giysin,beni ilgilendirmez tabii. Şimdi bizim tv dizilerinde,hep dikkatimi çeken bir şey var,bu havuzlu lüks konaklarda yaşayıp her yere spor arabasıyla giden değişmez “zengin Türk kadını” tipi var ya hani,(milli bir değerimizdir,saygımız vardır),kendileri “sonradan görme kötü kalpli” veya “kötü kalpli ailenin içine düşmüş tek iyi kalpli” zengin Türk kadını şahsiyetini temsil ederler hani,saçları ya dümdüz presli ya kalın maşalıdır,dudakları zeytinyağı tabağını yeni yalamış gibidir,ha bire spora veya derneğe giderler,bazıları üniversiteye gider…tanıdınız artık di mi karakterlerimizi,yormayın beni?İşte bu karakterlerimiz hani asla kot pantolon veya sıradan bir keten pantolon giymedikleri gibi,asla da düz tabanlı veya lastik ayakkabı giymezler hani. Sonra da üzerine bindiğinde,ta gardolabın üzerindeki hurcu rahatlıkla indirebileceğin yükseklikteki topuklarıyla bu kadınlar araba kullanabiliyorlar ya, işte ben buna takığım!!! İnsan gecekondu yüksekliğinde bir topukla evden düşmeden çıkabildiği yetmiyormuş gibi,bir de o topukla nasıl arabasının pedallarına rahat rahat basabilir?Yoksa montaj arası onlar da benim gibi ayakkabı mı değiştirmekteler,inerken ve binerken aynı ayakkabı,pedala basarken lastik ayakkabı,ha,he,hı? Kardeşim ben arabada yakınımda su şişesi bile tutmam şoför koltuğundaysam,yuvarlanır da fren pedalının altına girer diye.O kkkadaar topukla ayağını yere dayasan tabanın pedala değmez,tabanını pedala dayamaya kalksan topuk yere basınç yapıp ayağı havaya iter yani fizik olarak düşündüğünde imkan sınırları içinde olmayan bir şeyi dizi kahramanları nasıl başarıyor? Giydiğim en yüksek topuk dört santimi geçmez,onunla bile topuğum paspasa takılır kendimi rahatsız hissederim araç kullanırken,o nedenle de koltuğun altında hep bir lastik ayakkabı durur,lazım olduğunda değiştirebilmem için.Ha ha ha,hatta bunla ilgili iğrenç birkaç da anım vardır,tek ayağımda lastik ayakkabı,tek ayağımda topuklu ayakkabıyla yolda durup,inip,fırına,markete girdiğim olmuştur birkaç kere.Komik olan,o halimi gördükleri halde,ne fırındaki kızın,ne marketçimin,tanıyor olmalarına rağmen kimsenin ,bana bir şey sormamış olması,yani arabaya geri döndüğümde fark etmiş oluşum ayaklarımı.Sorsalar anlatırdım ama sormayarak kim bilir kafalarında ne düşündüler,muhahaha . Neyse işte lütfen bana biri açıklasın ben topuklara alerjim olduğu için mi yüksek topukla araba kullanamıyorum,içinizde dizi kahramanları gibi hem yüksek topuğa hem de arabasına binebilen var mı aynı anda,ben bir geri zekalı mıyım,yeteneksiz bir hiç miyim,ne biçim kadınım,ne biçim şoförüm,Allah beni kahır falan mı etsin nedir durum,kullananlar lütfen yazın da benim de içim rahat etsin… Bakanlar kuruluna,bitmek tükenmek bilmeyen dilekçelerimden birini daha yollicaaam ve diycem ki alkollü,uykusuz ve uyuşturucu madde alarak araç kullanmak yasaklanıyor da niye apartman topukla araç kullanmak yasaklanmıyor,ben kendimi kabiliyetsiz yeteneksiz,beceriksiz vb.hissediyorum,yasaklayın gitsin! (Not=Feci aklıma takıldı sormadan edemiycem,neden dizilerde ve filmlerde sürücünün kaza yapmadan önce frene veya gaza basan ayağı gösterilir?Topuklu veya topuksuz olduğunu görebilelim diye mi?Bunun mantığı nedir?) Not=Kullandığım resimlerdeki ayak parmaklarının uzunluğu beni dehşete düşürüyor.Bu ne yav?

BU OĞLANA BİR SENARYO YAZIN

Türk televizyon tarihinin tutmuş en dandik dizisinde başrol oynadıktan sonra birden ortalardan kaybolmuştu.Bir ara başka bir diziyle geldi ekranlara ama seyirci sevmedi,dizi de yayından kalktı.Sonra bir filmde başrol oynadı.Pek de sesi sedası çıkmadı sonraları. Aslında son derece karakteristik bir sesi,düzgün bir diksiyonu,kaliteli bir oyunculuğu var.Ama ne yazık ki ilk olarak Tayfun Güneyer gibi bir yetenek katilinin eline düşerek ünlü olduğu için o salak Memoli karakteri üzerine yapıştı ve sonraki işlerinde bunun acısını çekti.Şimdilerde Adanalı dizisinin abuk karakter,zihinüstü saçmalık,bitmeyen diyaloglar ve bu kadar da salak olunabilir mi dedirten mantıksızlıklar zincirinden müteşekkil faciasına bakarak tezimi kendi kendine doğrulatabilirsiniz. Tayfun Güneyer,senaryo yazmasın diye bakanlar kuruluna dilekçe yollamak istiyorum. Neyse,aslında Mehmet Ali Alabora’dan söz etmekti asıl niyetim.İş Bankası’nın harika reklamında,onu, Bankamatik’i anlatırken izlediniz değil mi?Zaten oldum olası İş Bankası reklamlarını hazırlayan reklamcılara hastayım,bir banka bu kadar mı kurumsallıktan çıkartılıp kişileştirilebilir,bu kadar mı sempatik,bu kadar mı damara dokunan mesajlarla anlatılır bilmem kaç saniyelik reklamlarla,bu kadar mı….bu kadar mı yani ya?Harikalar ne diyeyim?(Tabii reklam metnini seslendiren Haluk Bilginer’in de etkisini unutmamalı) Memoliyi o reklamda dikkatle izleyin.Mimiklerine,sesine,heyecanına,profesyonelliğine,büründüğü “ heyecanlı Bankamatik temsilcisi” rolüne kendini verişine bakın.Hafif espri dozajını asla kaçırmayan sesine ve diksiyonuna,mimiklerini tam zamanında,tam gerektiği kadar kullanabilen oyunculuğuna,yüzünde bankanın hedeflediği sempatiyi reklamın sonuna kadar verebilen yeteneğine hayran kalmamak mümkün değil. Onu izlerken aklıma Hollywood’un romantik veya absürd komedilerinin değişmez aktörleri Adam Sandler ve Ben Stiller geliyor.Bu adamların oynadıkları filmlerde ortaya çıkan tek bir ürün vardır,o nedenle sanki hep aynı adamın değişik maceraları gibi hissettirirler.İçimizden biridir,sıcaktır,sıradandır,esprilidir,hafif beceriksiz ve şaşkındır ,komiktir, ve bu kadar sıradan birini bu kadar başarıyla taklit edebildikleri için de bir o kadar da özeldirler. Birisi ortaya çıkıp,Memoli’ye yepyeni bir romantik komedi yazmalı.Ya da absürd.Bu adamın,Cem Yılmaz,Yılmaz Erdoğan ve BKM ekibi gibi güçlü “ mizahi senaryo” yazarları elinde harikulade bir komedi ustası olacağına kalıbımı basarım.Tayfun Güneyer’in son izleri de bu harika oyuncunun üzerinden böylece silinir belki…