sağtık

RABBİME SORDUM CLEVELAND DEDİ

Şimdi benden beklentinizi biliyorum,her şeye tersten baktığım için bu başlığın size hatırlattığı olgu ile dalga geçen bir yazı döşememi bekliyorsunuz. Rüyasında Cleveland’a git ya kulum diye seslenen tanrısından söz ettiği için Ahsen Unakıtan ile inceden dalga geçmemi bekliyorsunuz. Aslında hastası olduğum birkaç köşe yazarının da bu konuda ince ince dalga geçen yazılarını okuduğumda ,değindikleri bazı noktaları okumaktan keyif almadığımı söyleyemem. Sonuç olarak demişler ki,gariban vatandaşa Gureba Hastanesine git diyen Allah,elbette ki Unakıtan hanımefendiye Cleveland’ı önerecektir. Komik tabii,ironi müthiş. Ama ben olaya böyle bakamadım. Ne AKP sempatizanı ne de AKP düşmanıyım.Siyasetle tüm ilişkim,gazetelerin siyaset sayfalarındaki gündemi okumaktan ibarettir. Baştan bunu söylemem gerek. Hanımefendinin ifade tarzında öyle bir içtenlik öyle bir sufi teslimiyet gördüm ki. Ama ifade tarzı belki köşe yazarlarına,karikatüristlere uzun zaman malzeme çıkartabilecek bir kıvamdaydı her ne kadar kabul etsem de bunu,yine de hanımefendinin samimiyetine inanmak istedim. Niye mi? Rabbi,kuluyla konuşur mu? Bundan seneler önce,annem ve babam oturdukları evden çıkartılmak istendiler.Babam yeni emekli olmuştu ve kısıtlı bir emeklilik ikramiyesiyle sınırlı bir bütçeleri vardı. Ben oğluşuma hamileydim. O yaştan sonra kiralarda sürünmeyelim dediler ve harıl harıl bütçelerine uygun nohut oda bakla sofa bir ev aramaya başladılar.Babam çok taze by-pass ameliyatı geçirmiş durumdaydı ve her ev arama macerası ikisinin de sağlığını tehdit eder hale gelmişti.Eve elleri boş ve ümitsiz dönüyorlardı sürekli. İstanbul’un işlek ve büyük bir semtinde oturduklarından,yine böyle şehre yakın,insanı uyumlu bir semtten ev arıyorlardı. Onların bu çabalarına biz de üzülerek eşlik ediyor ama maalesef bir türlü onlara ve bütçelerine uygun bir ev bulamıyorduk.Zaman daralıyordu.Zamanla beraber annem de… Bir gece yatmadan önce annemle telefonda dertleşmiştim.Hallerine üzülerek yatağa girdiğimde,ne olur sanki şöyle onlara uygun bir evi birden rüyamda görsem de gitsek arasak bulsak,başlarını sokuverseler diye içimden geçirmiştim. Allah kulunu her zaman duyar. İster cevap verir ister vermez. Buna yürekten inanmama neden olan o rüyayı o gece gördüm. Rüyamda,nnem babam eşim ve ben bizim arabamızla bir sokakta yol alıyorduk.Önümüze bu gün sahip oldukları evin bulunduğu semtin adı yazılı kocaman beyaz bir tabela çıktı. Eşim o tabelanın gösterdiği yöne aracı sürdü.Yüksek yüksek blokların oluşturduğu bir siteye girdik.Asansörle en üst kata çıktık.Bir evi gezdik.Her yer beyazdı.Yerdeki karolar,duvar kağıtları,kapılar,mutfak dolapları falan… Babam bu evi alıyoruz dedi anneme.Sonra tam bloktan çıkacakken babam bana dönüp,bak kızım bu daireyi de sen al,dedi bana.Başka bir kattan başka bir dairenin kapısını gösterdi. Sabah uyanınca annemlere gittim.Rüyamı anlattım.Babam,o semtte ne işimiz olur dedi.Eşim,o semtteki evlerin yeni yapılandığını ve ordaki evlerin çok pahalı olduğunu söyledi.Annem ise hayırdır inşallah ,beyaz görmüşsün inşallah temiz haberler gelir dedi ve üzerinde fazla da durmadı.Durup da ne yapacak alt tarafı rüya işte. Bir süre sonra,başka bir semtten ev aldılar.Aldılar dediğim,kaporasını verdiler,söz üzerinde anlaştılar.Sonra ne olduysa oldu,semt annemin içine sinmemiş ki,iki gün sonra vazgeçtiler,emlakçı insaflı çıktı kaporalarını da geri verdi. Bir kaç gün geçtikten sonra,ya ablam,ya yengem tam hatırlamıyorum ama gazetede bir ilan gördügünü ve telefonda konuştuğunu,gidip evi görmelerini söyledi. Annem,babam,ben ve eşim arabaya bindik. Sonrasını tahmin ettiniz değil mi? O tabelanın önünden geçtik,aynı yoldan aynı blokların olduğu siteye girdik. Aynı en üst kata asansörle çıktık.Ev bembeyazdı.Her yer! Ama fiyatta anlaşamadılar. Olmadı… Derkeeen… Bir gün durup dururken evin sahibi aradı ve fiyatı indirdiğini söyledi. O ev annemle babamın oldu. İki sene sonra da annemi kaybettik,babam yalnız kalmasın diye oturduğumuz evi sattık ve babamın evinin beş kat altında başka bir daireyi biz satın aldık.Rüyamdaki gibi. Allah’a bir soru sormuş ve cevabını rüyamda almıştım. Ahsen hanıma elbette ki Rabbim, Cleveland’a git diye sesiyle hitap etmedi. Hanımefendi mutlaka rüyasını başka bir şekilde görmüştür ama bu ifade ile özetlemek istemiştir. “Rabbime sordum,Cleveland dedi.” Ben bunda hiçbir gariplik görmüyorum çünkü yaratan ,yarattığı her varlığın her sesini duyar. İster inanırsın,ister inanmazsın ama o duyar. Cevap verip vermemek de tabii ona kalmış. Rabbiyle konuşmak hiç bir parti mensubunun hiçbir mezhebin,hiçbir inancın,hiçbir ibadet tarzının tekelinde değil.Bunu ifade etme saflığını yüreğinde taşıyan bir insan ile alay etmek de kimsenin haddine değil. Rabbiyle konuşmak ayrıca,ona soru sorup cevap almak da değil haşa. Sorularınıza mutlaka bir şekilde cevap alırsınız ister uykuda ister uyanık,ister içe doğarak,ister aniden karar verdim diye ifade ettiğiniz biçimde.İşte cevabınız o şekilde gönderilmiştir size. Hepiniz,hafızalarınızı bir yoklayıp bakın,mutlaka bir gün bir şekilde bir yerde,ona seslendiğinizi ve onun da sizi cevapladığını hatırlayacaksınız.

ÇOCUĞUNUZUN ELLERİNDEKİ KANI NASIL YIKARDINIZ?

Görünen o ki Cem,Münevver’i bir şekilde öldürüyor.Sonra aile bunu öğreniyor.Ve oğullarının katil olmasının şokunu nasıl atlatıyorsa atlatıyorlar ve harıl harıl bir başka evladın, villanın içine yayılmış kanını temizliyor veya temizletiyorlar.Tekrar ediyorum,GÖRÜNEN BU. Gerçekte olayın nasıl geiiştiğini kimse bilemez şimdilik.Tabii biz de ancak görünen üzerine konuşabiliriz. Polis aileyi serbest bıraktı. Elbette bırakacaklar.Çünkü Cem’in izini bulamıyorlar.Bir şekilde elbette aile bir yerde hata yapacak,bir yerden açık verecekler,mutlaka elbette illa ki haberleşecekler ki polis de ensesine binebilsin. İnsan bir çocuğu niye dünyaya getirir? Dünyaya getirdikten sonra niye üzerine titrer? Zarar görmesin,hırpalanmasın,incinmesin,üzülmesin,acı çekmesin diye. Belki Cem’in ailesi de bir zamanlar aman maneviyatı zarar görmesin diye kurban kesilirken bile onu uzaklaştırdılar.Belki vurdulu kırdılı filimlerden uzak tuttular,belki oyuncak silah bile almadılar,zararlı diye.Belki yanında kavga bile etmediler etkilenir diye. Bütün çocuklar masum doğuyor. Parkta annesinin kucağında,arabasında,pusetinde bir bebek gördüğünüzde sevmişsinizdir.Yanağını okşamış,belki kucağınıza almışsınızdır. Gelecekte o bebeklerden büyük bir kısmı cinayet,büyük bir kısmı gasp hırsızlık dolandırıcılık,büyük bir kısmı tecavüz gibi ağır ve yüz kızartıcı suçlardan cezaevlerini dolduracak. Bu gün cezaevlerini dolduran gerçek suçluların da bir zamanlar bebek olduklarını düşünün.Masumca bir annenin memesinden süt emdikleri hallerini. Sizin yavrunuz da bir zamanlar masumca annesinin memesinden,biberonundan süt içerdi,hatırlayın. Sonra onu gözünüzden sakınarak büyütüp,öğretmenine teslim ettiğiniz günleri hatırlayın.Hastalanıp başucunda terli saçlarını okşadığınız geceleri… Bayramlık kıyafetlerini giydirip el öptürdüğünüz,çizdiği abuk sabuk resmi alkışladığınız,ezberlediği şiiri övdüğünüz günleri anımsayın. Törenlerde,müsamerelerde bir kare resmini çekebilmek için ne eziyetler çekmiştiniz? Ağlayıp kucağınıza koştuğu gün,dizlerini kanattığı,ilk dişini düşürdüğü gün… üzerindeki kanları nasıl incitmeden temizlemeye çalıştığınızı hatırlayın?Kendi kanından korkup daha çok ağlarken onu nasıl sevgi ve şefkatle avuttuğunuzu hatırlayın? O yavru bir gün büyüdü… Doğru ya da yanlış seçimler yaptı,sizin verdiklerinizi ya tamamen aldı ya da hepsini reddetti ve kendi tercihlerini kullandı. Sonuç? Önünde iki seçenek oluştu. Ya kurban olup bir villada en sevdiği en güvendiği arkadaşı tarafından kıtır kıtır kesilecek ve oluk oluk kanları akarken siz orada olup onu koruyamayacaksınız. Ya da yine ama bu kez yetiştirilme tarzının kurbanı olup o kanları kendi elleriyle akıtacak,bu da yetmeyecek kanların sahibi olan bedeni birkaç parçaya ayıracak. Masumiyetini ne zaman,nerede kaybetti,fark edebildiniz mi? Bu hale gelmek için hangi basamaklardan hangi etaplardan geçip oyunun sonunda game over oldu ve siz fark edemediniz! Yalan söylediğinde kızdınız,huysuzluk ettiğinde cezalandırdınız,küfür ettiğinde uyardınız,kavga ettiğinde ikaz ettiniz belki. Ama su aktı ummana kavuştu yine de. İnsan bir çocuğu niye dünyaya getirir ve niye üzerine titrer diye tekrar soruyorum. Bir gün onunla gurur duymak ister çünkü her çocuk sahibi yetişkin. Cinayet işlemiş bir yavrunuz olsa onun ellerindeki kanı yine ağlayarak yıkardınız biliyorum. Yaşanamayacak ve kaybolmuş kaderi için ağlayarak.Artık onunla gurur duyamayacağınızı kesin olarak öğrenmiş olduğunuz için.Suratınıza yıkamakla gitmeyecek kanlı bir şamar yediğiniz için. Koruma içgüdünüz cayır cayır sirenleri açmış bağırırken ne yapmalısınız? Adalete teslim olursa mı güvende olacak,adaletten kaçıp hayatını orda burada bir firari olarak sürerken mi? Hangi seçim size onu masum bir evlat olarak tekrar geri verecek? Gitmesi mi kalması ve teslim olması mı?C şıkkı hiçbiri! Şimdi geleceği belirsiz bir kaçış içinde iken ve bir gün mutlaka bir yerde açık verip adaletin ellerine düşeceği belli iken kurtulmuş mu oluyor? Daha fazla panik daha fazla psikoz daha fazla hayattan kopuş içinde olmayacak mı? Peki Münevver’in ailesi çocuğunun bedeninden akan kanı nasıl neyle yıkayacak? Hangi çocuk öldü hangisi hayatta? Bu sorunun kesin yanıtı var mı sizce? Nefes almaya devam eden yaşıyor sayılır mı? Kan lekesi her iki aileye de bulaştı. Zannetmiyorum ki bir ailenin acısı diğerininkinden daha fazla ya da az olsun. Çocuğunuzun ellerindeki kanı nasıl yıkardınız? Biz insanoğlu olarak masumiyeti ne zaman nerede kaybettik?

AYRIK AKIL

Yukarıdaki başlık şizofreninin tanımı.Yunancada,ayrık ya da bölünmüş anlamına gelen şizo ve akıl anlamına gelen frenos kelimelerinin birleşiminden oluşmuş. Geçende bir gazete haberi beni çok heyecanlandırdı.Şizofreniye sebep olan gen bulunmuştu.Ama tedavisi konusunda henüz hiçbir bilgi yoktu.Sadece gen bulunmuştu.Hayatta tanıdığım ve çok sevdiğim birisinde var olmuş olan o gen! Tuhaf bir betimleme.Ayrık akıl…bölünmüş akıl. Akıl Oyunları filminde hastalığın,gerçek bir hastanın gidişatını seyretmiştik. Ben o gidişatlardan birine, birebir ,gün be gün tanık olmuş birisi olduğumdan,film beni çok etkilemişti. O ayrık akıl,benim üniversitede tanıştığım sınıf arkadaşımdı.Hayatta tanımaktan en çok mutlu olduğum ve iyi ki tanımışım dediğim,iç dünyama çoook fazla şey katan,sevgi,paylaşmak,sadakat,dostluk ve sırdaşlık adına bir sürü yeni şey öğrendiğim insandı.Ne o ilk tanıştığımız günü unuttum,ne de hayatımdaki yerini. Çook ama çok zekiydi bir kere. Enteresan bir şekilde,zaten çok zeki olanlarda daha sık görülebiliyor sanırım.Zekasını kaleme döktüğünde,o kelimelerin ve cümlelerin sıradan bir öğrenci elinden dökülebileceğine inanamazdınız. Çok hassastı,çoook duyarlıydı,çoook farkındalığı vardı hayata karşı. Benim üniversitedeki iki DOST'umdan biriydi. Bir sürü ama bir sürü arkadaşın içinde dostum. Cebindeki son belediye otobüsü biletini bile ortadan ikiye böler paylaşırdı,onun bilet kutularına ne yarım biletler attığını bilirim arkadaşı uğruna.Şoför kıllanmazdı,çoğu öğrenci biletini cüzdanında katlanmış olarak sakladığından.Zaten bunu fark edip,yarım biletle yolculuk etmeyi öyle keşfetmişti.O zamanlar akbil falan da yoktu. Sadece biletini değil,cebindeki son harçlığı ,elindeki son dal sigarayı,hatta soğuk havada kaşkolununun öteki ucunu bile paylaşırdı benimle. Sonra yavaş yavaş başladı her şey.Evde otururken halisünasyonlar görmeye başlamıştı ama bize bunları tabii rüya diye anlatıyordu.Sonradan da hatırlamıyordu rüyasını sorunca. Zamanla bedensel titremeleri başladı.Çenesi titrerdi,kolları titrerdi en sıcak havada bile.Heyecandan,açlıktan,yorgunluktan diye kulp bulurdu,biz de inanırdık. Çok sessizdi ve fazla arkadaş edinmezdi.Ben de benimle yetiniyor diye gurur duyardım. Daha sonra her şeyden alınma,şüphe etme,birilerinin ona zarar vereceğinden kuşkulanma,kıskançlık,birilerinin ona aşık olduğuna takıntı şeklinde inanmalar başladı. Uyanıkken Hazreti Ali ile yaptığı konuşmaları bana anlatmaya başladı.Rüya mı diye sorduğumda,hayır gece otururken yanıma geldi diye cevaplıyordu ve ben yine de rüyasından etkilendiğini düşünürdüm. Ondokuz yaşında birer genç kızdık,hayatın şizofreni denen illetinin arkadaşıma bulaşabileceğini nerden bilebilirdim? Sonraları derslerine ilgisi yitti.Dalıp dalıp gitmeler,durup durup alakasız bir şeyler yumurtlamalar,ani gülmeler,ani ağlama krizleri,hiç yapmadığı şekilde bana patlamalar,bağırmalar,küsmeler.Ertesi gün hiç bir şey yokmuş gibi kaldığımız yerden hayata devam etmeye çalışması. Son sene,hocalarla görüştüm,aşk acısı yaşıyor sanıyorduk,hocalar idare etti,biraz bizlerin itip kakmasıyla nihayet diplomasını o da alabildi. Ama hayata karşı yeterlilik diplomasını kaybetmişti çoktan. Gitgide benimle daha az görüşmeye başladı. Yengesi Ruh ve Sinir Hastalıklarında müstahdem olarak çalışıyordu.Araya girdi,doktora götürdüler.Önceleri tanı konulmadı,basıt antidepresanlar verildi.Sürekli uyuyordu ne zaman arasam.Uyuyor,yiyor,uyuyor yiyor…Düşmanca konuşmaları başladı bana karşı.Kendisine aşık olduğunu iddia ettiği bir arkadaşımız vardı Yıldırım diye.Kendini zorla onun evine davet ettirdi bir gün,çocuk kendisine açılsın diye.Sonra çocuk da buna gayet kardeşce duygular içerisinde olduğunu anlatmaya çalışınca olan oldu.Çocuğa hakaretler yağdırıp,üstelik bir de işin içine ne alakaysa beni de katıp bir ağız dolusu küfürü de bana boşaltıp çıkıp gitmiş. Sonra yine doktor,yine hastane. O arada evlerini taşımışlar,haberim olmadı. Zaten iletişimimiz kopmaya başlamıştı. Evlerini taşıyınca yeni telefonlarına ulaşamadım. O zamanlar cep,MSN falan da yoktu tabii. Bu kopukluk döneminde ona tam tanı konulmuş. AKUT ŞİZOFRENİ. Yani belirtilerin en şiddetli görüldüğü evre. Evde baş edememişler,zaten şeker hastası bir baba ile zar zor geçinen bir aile içinde idi.Ailenin en küçüğü idi.En zekisi idi.En seveceni idi.En insan olanı idi…Benim tek gerçek dostumdu o güne kadarki. O benim canımdı. Hastanede yattığı dönemleri sonradan bir kez daha birbirimizi bulup bir araya gelebildiğimizde anlatmıştı bana.Düzelmiş gibiydi sanki.Ama bir şeyler de eksikti.Sanki tüm anıları,tüm geçmişi de gitmişti.Güzel dostluğumuz,arkadaşlığı arkadaşlık yapan tüm unsurları tüm anıları da silmişti kafasından.Boş ve manasız bir cümle gibiydi hayat karşısında. Kum torbası gibi. İlaçlarını içiyordu hala.Hastanede neredeyse bir gece tecavüze bile uğramak üzereyken uyanıp çığlıklar atarak kendini koruduğunu anlatmıştı.Ne kadar doğru bilemezdik tabii,sık sık halisünasyonlar görüyordu çünkü.Ya da gerçekten olmuştu ve tacizci nasılsa ona inanmazlar diye rahattı bu kadar. Sonra bir kez daha taşındılar habersizce…yine kaybettim onu. Bu arada en önemli şeyi unutuyordum,o benim,bu gün evli olduğum insanı benimle tanıştıran kişidir.Yani eşimin çok sevgili lise arkadaşıydı da aynı zamanda. Sonra yengesinin çalıştığı hastaneden yeni numaralarını buldum,bir gece evinden aradım onu.Annesi çıktı,çok severdi beni.Çok sevindi sesimi duyduğuna,onu istedim.Çağırdılar.Telefona gelmesi bayağı uzun sürdü. Duyuyordum,kimmiş beni arayan,kim o,niye arıyor diye söyleniyordu içeriden. Sonra soğuk bir alo geldi.Hal hatır sordum,burukça.Önce tanımadı,sonra niye aradığımı sordu.Sonra annen baban nasıl dedi. Annemi yeni kaybetmiştik.Boğazım düğümlenerek,annemi kaybettik dedim. Noolmuş yani,herkes bir gün ölecek,bunun için mi aradın beni,diye tersledi. Aslında yapmamalıydım.Ağlayarak telefonu kapatmamalıydım. Telefonunun yazdığı kağıdı da yırtıp attım hırsla. Çook bozulmuştum,çoook incinmiştim.Oysa o,o inicinikliği hayatının her evresinde herkese karşı yaşıyordu,onu anlayamamıştım.Hayalindeki birileri onu nasıl incitiyorsa o da beni öyle incitmek istemişti belli ki. O benim o güne kadar tanıdığım en iyi dostumdu…tek dostumdu! Ama pişman olduğumda çok geçti. Bir gün tekrar aradığımda yengesi hastaneden çoktan ayrılmıştı,kimseden telefonunu bulamadım. Yıllar yıllar sonra bir gün babamı hastaneye yatırdık.Eşim büfeden bir şeyler almak için çıktığında onunla karşılaşmış hastane kampüsü içinde.Sanki daha dün birbirlerini görmüşler gibi sıradan bir şekilde selamlaşmış eşimle.Eski çocukluk arkadaşıyla! Eliyle polikliniklerden birini işaret edip ben de buraya tedaviye geliyorum,demiş.Sonra beni hiiç sormadan hadi hoşça kal diye uzaklaşıp gitmiş. Kalabalığın içinde ayrık bir akıl olarak. Binlerce insan içinde hala benim hayatta tanıdığım en iyi dostum olarak…Arkasından ona bakalalan eşimi belki de arkasını döndüğü anda unutup kendi hayal aleminde kendi kalabalığına karışarak… Hayatta tanıdığım tek ayrık ve kayıp akıl...seni hala ilk tanıştığımız günkü kadar çook seviyorum ve o telefonu yüzüne kapatıp seni anlayamadığım için kendime hala lanet ediyorum.Dilerim kafanın içindeki kalabalıklarda bir yerde ben de varsam beni çoktan affetmişsindir.

MİKROP

Hangi ürünün reklamına baksan bir mikrop ve bakteri düşmanlığıdır gidiyor. Her çıkan yeni diş fırçası,her yeni diş macunu,her yeni mutfak temizleyicisi,her yeni çamaşır suyu,her yeni otomat çamaşır deterjanı ve her yeni bulaşık makinası tableti,her yeni el yıkama sıvısı… Herşey bakterilere hücüm,mikroplara ölüüüm sloganıyla vizyona çıkıyor. Ne istiyorlar bu zavallıcıklardan anlamıyorum. O ürün piyasaya çıkmadan önce hiç birimiz o tanıttıkları ve animasyonla bir de konuşturdukları bakteri ve mikrop yüzünden ölmedik şükür. Kimse ağzının içindeki bakterileri daha az öldüren bir diş fırçası kullandı diye hastanelik olmadı. Sürekli sürekli sürekli daha iyi daha sağlam yok etmek üzerine mi tasarlayacağız hayatımızı? Bu kadar steril bu kadar arınmış yaşamak doğru mu? Mutfağındaki bakterileri yok et.Tuvaletteki mikropları kır,öldür.Lavabodakilere ölüüüm. Çamaşırların hijyenik çıksın makineden.Ağzının ve burnunun içindeki tüm bakterileri bir iki fısfısla yok eeeeet! Sonra? Sokağa çıkınca? Hiçbir belediye sokakları,belediye otobüslerini,vapurları,durakları hijyenik domestosla yıkamıyor? Sokaklar çift etkili cif likit jel ile de süpürülüp silinmiyor? Neyden sakınırsak o gelip bizi buluyor bunu bilir bunu söylerim. Temel temizlik kurallarına uy,gerisi kolay. Dişlerini fırçalayacaksın,ellerini sık sık yıkayacaksın,mutfağını yağdan ve böcekten arındıracaksın,tuvaletine her gece yatmadan çamaşır suyu dökeceksin.Tamam! Benim için iş bundan ibarettir ve gerisi hikayedir. Doğduğu günden beri ağzına diş fırçası girmemiş olmasi ile övünen adamlar tanıyorum ben yahu.Tek bir dişi bile düşmemiş üstelik. Hatta tanıdığım bir aile var,buzdolapları alındığı günden beri,ben diyeyim on siz deyin on beş sene ,bir kez bile çamaşır suyu ile ya da sıradan bir sabunla temizlenmiş değil.Tüm yiyecekler ağzı açık olarak konuyor dolaba,derin dondurucularında on yıl öncenin parça etinden süzülmüş kan artıkları var. Ama o ailenin hiçbir ferdine daha bu güne kadar bişey olmadı. Yine tanıdığım ve tuvaletlerine girmekten biraz çekindiğim bir başka ailenin tuvaletlerinde sifon bile iki yıldır bozuk,maşrapa ile su döktüler çoğu kez.Klozetin içi bir kez bile çamaşır suyu ile tanışmış değil. O ailenin de hiçbir ferdi daha bu güne kadar bulaşıcı salgın bir hastalık yaşamadı. Pisliği mi savunuyorum? Asla! Beni tanıyan bilir elinde mikrop kırıcı fısfıslarla sabah akşam nasıl dolaştığımı! Ama bir kendime bakıyorum,bir onlara…diyorum ki ben manyak mıyım yahu,kendimi paralıyorum. Yumurtayı bile çamaşır suyu ile dezenfekte etmeden dolaba koymuyorum,kendimi yiyip bitircem bir gün hijyen de hijyen diye ama bak onlara,hiç bişe olmuyor. Ama ben bu şekilde davranmayı bırakırsam bana ve aileme bişey kesin olur.Çünkü biz vücudumuza bakteri ve mikropları almadık ve kendimizi bu doğal aşıdan mahrum kıldık. Artık bundan sonra bağışıklık falan kazanamayız. Ama artık her yeni ürünün de daha yeni hijyen manyaklığı yaratmasına da yokum kardeşim! Daha temiz daha hijyenik diye diye yakında pencereden burnumuzu çıkartır çıkartmaz her türlü hastalığı kapacağız yahu. Bırakın da biraz mikroplarla savaşmayı öğrensin yeni nesil!

KOYMAK FİİLDİR,KÜFRETMEDİM

Şahan düşmanı falan değilim hatta Dikkat Şahan Çıkabilir şovunda,en çok da Recep İvedik'in Kim 500 Bin istemez ki programına çıkıp sunucu Konan Aşık'ı terlettiği bölümlere gülerdim. Saf ve cüretkar bir maganda yarışmaya katılsa ne olur sorusuna güzel cevaptı.Tabii sonra işin cılkını çıkardı bu maganda şurda burda orda falan olsa ne olur sorusuna cevap ararken uzun metrajlı filme kaydı ve fiyasko oldu tabii. Evet Şahan'a asla düşman değilim,Recep tipinden yaratılan abartılı düşük seviyeli şeylere kılım sadece. Geçenlerde bir röportajını okudum Hürriyet gazetesinde.Filminin küfürlü ve argolu olmadığını savunuyor.Kaldı ki bir filmde küfür,argo olabilir bunlar hayatın gerçekleri,yok benim filmim cici edepli film diye savunmaya geçmesine de gerek yok. Sadece şuna takıldım. Filminde,ninesi ile PS maçı yapmak için ninesinin "Gel sana PS'de bir koyayım" lafının küfür olduğunu iddia eden röportöre cevabı şu "Koymak küfür değildir.Sadece bir fiildir." Ne anlıyoruz? Küfürler asla fiillerden oluşmaz. Yani eşek,dana,hayvan,eşşoğlueşşek falan fiil olmadığı için küfürden kabul edilebilir ama yıllardır stadyumlardan hakemlere,futbolculara aile eşraflarını da içine alan cinsel içerikli bir takım fiiller ile bağırılıyor,trafikte,sokakta orda burda kavga eden insanlar birbirlerinin anne ve bacılarına yine fiil içerene sözler sarfediyor,insanlar anama küfretti diye adam bıçaklıyor ve hakim bunu bile ağır tahrik sayıyor... Ama Şahan'a göre koymak küfür değilmiş.Sıradan bir fiilmiş. O halde neden onun yerine "yenmek" veya " altetmek" fiilini kullanmadın? Yani Şahan,kendimi savunacağım diye bu kadar zekadan aciz bir yanıt vermeni hiç beklemiyordum,çünkü zekası olmayan adam mizah yapamaz diye düşünüyordum ama zaten senin mizah anlayışın ile benimki de birbirine taban tabana zıt o da ayrı mesele ya. Velhasılı kelam,koymak bir fiildir,argodur,anlam genişlemesine uğrayarak Türkçe'de edep dışı pek çok kelimenin yerine kullanılmaktadır.Ayrıca edep dışı diye nitelenen tüm küfürler fiillerden oluşur. Bir polis memuruna koymak ile ilgili bir espri yapsana görevi başındayken.Sonra da kendini savun,ben sıradan bir fiil kullandım,bunun neresi küfür diye... Hadi canım sen de. Sana bişi diyim mi,komik olacam diye kendine sürekli kıl yapıştırtıp duruyorsun ya yılda bir kez...bence boşuna uğraşma,yaptığın filmleri savunmaya çalış,kırdığın potlarla daha komiksin inan...

444 9 CEM YILMAZ

Hayatta hayran olduğum tek şey vardır o da zeka.Ne çocukluğumda ne de ilk ergenliğimde,hiç kimseye hayranlık duymadım,odamın duvarlarına ya da defterlerime kimsenin resimlerini kesip yapıştırmadım.İçten içe hayranlık duyduğum iki kişi vardı hep,biri Fatih Sultan Mehmet,küçük yaşta böyle bir zekayla Bizans'ı fethedebildiği için,bir diğeri de Atatürk idi.Onun gerekçesini saymaya bile hacet yok. Büyüdükçe de bu hiç değişmedi,sadece zekaya hayranlık duydum hatta tapınma derecesinde.Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ını okuduğumda ,zekaya olan hayranlığım iyice törpülendi. Sonrasında da büyük düşünce adamları,önemli sanatçılar falan bu zeka kervanına katıldılar benim dağarcığım içinde. Şimdilerde ise zekasına hayran olduğum bir başka sanatçı ise Cem Yılmaz.Evet sanatçı diyorum çünkü ben ona karikatürist olduğu zamanlarda da hayrandım.Mizah bir sanattır benim gözümde. Bizi güldürüyor,çok komik adam falan gibi sığ bir hayranlık değil,direkt zekasına hayranım. Şu son reklamda,444 9 ALİ 'li Türk Telekom reklamında yine zekasını konuşturdu.Çünkü adamın hayata bir karikatürist gözlüğünden bakma yeteneği var.Zekan yoksa mizah yapamazsın,ancak taklit ile güldürürsün. Taklit de bir yetenektir tamam ancak gücünü aslının yeteneğinden alır.Taklit edilen orijinal komikse zaten taklit de otomatikman komik olur yani. Zekan yoksa osuran kıllı tiplere gülersin zekan varsa gülmekten osurtanlara... En basidi,A.R.O.G'daki bir karikatür sahnesi.Sahada Roberto Carlos tiplemesi bir futbolcu var ve diyorlar ki adam süper iyi oyuncu,on kişi zor tutuyor.Sonraki sahnede bakıyoruz adamı on kişi iplerle bağlamış tutmaya çalışıyor.Bunu al,karikatür olarak çiz,koy Leman'a yine komik. Filmin tamamındaki tüm esprileri yakalayabilmeniz için en az iki hatta üç kez izlemeniz gerek o kadar ince ve o kadar zeki espriler var ki anıra anıra güldüğünüz bir sahne yüzünden bir sonraki epriyi kaçırmış olduğunuzu ancak ikinci üçüncü izlemenizde farkediyorsunuz. Son reklamda bu " kaça bastınız" cümlesine,burnunu mandal takıp çıkarttığı harika dış sese her seferinde gülebiliyorum. Çünkü komik,çünkü basit ama farkedilmemiş ayrıntılar.Komik olduğunu O farkettiriyor. Çünkü geyik yaparken güldüklerini alıp sunuyor ve herkesin geyiği oluyor.Gülmek nedir zaten hiç beklemediğin şeyi bir anda karşında görüp onun komik tarafını yakalayabilmek değil mi? Kıllı maganda herifler geyirir,bağırır,çağırır,osurur,adam döver!Herkesin o tipten umduğu,beklediği bir şey zaten,nesi komik nesi sürpriz bilmem... Dörtbuçuk milyon insan gülüyor diye onun komik olması gerekmiyor,o dörtbuçuk milyon insana mizah ve okuyarak kendini geliştirme imkanı tanımayan eğitim sistemine gülmek daha gerçekçi bence. Ne demiş ünlü düşünür Cem YILMAZ "Eğitim Şart!"

ERZURUMLU ÇAY BARDAĞI

Reklamı ilk izlediğimde bir çay reklamı zannettim tabii ki.Pek çok kişi gibi.Belki o anda zap yapacaktım ama ekranda Ali Sürmeli’nin o şiirsel ve ahenkli sesiyle seslendirdiği Erzurum şivesine takıldım.Hatta reklamın finalinde gözlerim bile doldu.Tabii ki sesin etkisiyle. Sonra ne olduysa bir gün sonra o sesi kaldırdılar ve sanırım gerçek bir Erzurumlunun kağıttan monoton bi r şekilde hiçbir duygu ve his barındırmayan dış sesini kullandılar.O anda reklam tüm çekiciliğini yitirdi. Ben İstanbull’u bir Turkcell kullanıcısı olarak Taner adına Turkcell’e derim ki Ali Sürmeli’nin o harika sesini reklama yine koyun.Tüm çarpıcılığını yitirdi çünkü bu son haliyle…

Kenar mahalle iti MİLYONERİ


Slumdog,aslında bir hayvan türü değil elbette,bir mecaz,bir argo.
Kenar mahalle iti,sokak iti,varoş iti gibi bir tanımlama kelimesi.
Jamal Malik de işte bu itin ta kendisi.

Çocukken Hindu –Müslüman çatışmasında,annesi öldürülünce,abisi Selim ile sokaklara düşüyor,binlerce,milyonlarca Hintli çocuk gibi.
Oysa orijinal kitapta ise asıl kahraman,annesi Müslümanlar tarafından öldürülen hristiyan Thomas.
F
ilmde,bir müslümanın  bir hristiyanı katletmesi ,sinemasal açıdan siyasi ve ideolojik sakınca yaratır diye değiştiriliyor.
Jamal (aslında bildiğimiz Cemal) abisiyle beraber bu “ bok çukuru “denilecek hayatı sürerken ( çok minikken sahiden de kendi isteğiyle bir bok çukuruna düşmüşlüğü de var) bir yetim daha katılıyor aralarına,hayatının aşkı olacak ve hayatının geri kalanını anlamlandıracak olan Lattika…

Abisi,Selim,Cemal’e nazaran daha bir ipini koparmış,daha bir varoş iti,daha bir yırtık,kurnaz,çıkarcı,üçkağıtçı vs…
Bu kimsesiz üç Bombaylı,hayatın türlü rezaletine birlikte katlanırlarken,Cemal,Lattika’yı bir zamanlar öğrenciyken, yetim kalınca yarım bıraktıkları okulda öğrendiği ,üç silahşörlerden üçüncüsü olarak kabulleniyor ,abi kardeş Athos ve Portos’tan sonraki üçüncü silahşörün,Aramis’in adını hiçbir zaman öğrenme şansı bulamamış olsalar da…

Cemal için o üçüncü silahşörün adı sonsuza kadar Lattika olarak kalıyor.


Çocukluktan ilk ergenliğe ordan delikanlılığa geçiş süresinde,hayatın çeşitli oyunları,Cemal’e kah bir ünlü şiirin şairini,kah Rama tanrı figürününü elindeki nesnenin ne olduğunu,kah 100 dolarlık banknotun arkasında hangi ABD başkanının resminin olduğunu,kah ünlü bir filmin kahramanının kim olduğunu öğretiyor enteresan tesadüflerle.


Hem öyle ki bu tesadüfler,hayatının belli başlı mihenk taşları olarak belleğine kazınmış acı anılarının birer sonucu olarak.

Okul değil ama hayat öğretiyor Cemal’e bütün bunları.

Ve sevmeyi…ve sadakatle bir aşka sahip çıkmayı…ve kardeş ihanetini ve paranın acımasızca tüm akrabalık duygularını nasıl yok edebildiğini.

Seneler sonra,sadece artık izini kaybetmiş olduğu Lattika’nın kendisini seyretme ihtimali var diye Kim 500 Bin İster yarışmasına katılıyor.

Sorulan tüm sorular,Cemal’in hayattaki acı tecrübeleri ile öğrendiklerinin bir sınanmasıdır tuhaf bir başka tesadüfle.
Cemal her soruda,kendi acı geçmişinin izleri ile yüzleşerek ,doğru şıkları işaretleyip,bir sonraki soruya hak kazanıyor.

Final sorusuna bir soru kalmışken,yarışmanın o günkü süresi doluyor ve final ertesi güne kalıyor.
Burda filmi izlerken en çok yadırgayacağınız şey,Hindistan’da yarışmanın canlı olarak ekrana getiriliyor olması.Telefon jokeri bile olan bir yarışmanın canlı olarak yapılması teknik ve mantık olarak mümkün değil tabii.

Üstüne üstlük bir de şu var ki,bir soruda soru sorulduktan sonra reklam arası veriliyor ve Cemal de sorunun cevabının herhangi bir seyirci fısıltısı veya sunucu kayırması ile verilmesi ihtimaline rağmen o reklam arasında tuvalete götürülüyor.

Yarışma sunucusunun hain ihbarı ile yarışma ertesi güne devrettiğinde Cemal hile yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp sorguya alınıyor ve polisteki sorgusunda ,paralel kurgu ile seyirci Cemal’in her sorunun cevabına nasıl bir tesadüfle vakıf olduğunu işte o hayat hikayesinden öğreniyor.


Final sorusu ise Cemal’in hayatı boyunca merak ettiği ama hiçbir zaman öğrenme şansı bulamamış olduğu bir sorudur.

Kalan tek joker hakkı;telefon jokeridir.

Onu kullanır ve hayattaki tek akrabasını arar.

Ne yazık ki ağabeyi de bu sorunun cevabını öğrenme şansını çok küçükken Cemal’le birlikte kaybetmiştir,üstelik çalan telefonu açacak kişi o anda ağabeyi de değildir.

Telefonun ucundaki kişi Cemal’in hayatını  o yaşına kadar şekillendirmiş olan üçüncü silahşörüdür …Ama bu silahşör,sorunun cevabını bilebilecek midir?

Filmin sonunda yönetmen Bollywood sinemasına saygı duruşu niteliğinde tipik Hint şarkılı- danslı bir son hazırlamış.
Özellikle finalde çalan Hintçe şarkılar inanılmaz güzel.
Bunun haricinde film boyunca dinleyeceğiniz tüm şarkılar da ayrıca  ruhu olağanüstü okşuyor.

 Cemal’in ilk çocukluğunu oynayan Hintli yumurcağı alıp bağrınızın tam ortasına basasınız geliyor.Diğer oyuncular da sıradanlığın doğallığı içine çekiyor izleyiciyi.

Ama içimde ukdedir,enteresan bir konu ve enteresan görüntülerine rağmen bence en iyi Film olarak Oscar’ı Benjamin Button’dan alabilecek bir film değil.Benjamin Button'un o konuda hakkının yendiğini söyleyebilirim rahatlıkla.

Üstelik,kitaptan oldukça farklılaştırılmış olgular ve ana karakter üzerinde oynamalar olmasına rağmen,en iyi uyarlama ödülünü de aldı.

Kitapta yazar şans faktörünü öne çıkarmışken,senaryo,kader faktörüne yoğunlaşmış.
Sonra da kalkıp en iyi uyarlamadan sözediliyor.
Yeri gelmişken belirtmek isterim ki,kitabını okuyup da sonradan filme aktarılan eserler içinde,aman ya rabbim bu nasıl bir tıpatıp uyarlamadır  diye dudağımı uçuklatan tek eser Peter Jackson’un  yönettiği Yüzüklerin Efendisi üçlemesidir.
Sanırım J.R.R.Tolkien,öldükten sonra Jackson’un bedeninde yeniden hayat bulmuş.

Uzun lafın kısası,gönlüm Benjamin’de kaldı.
Gidip izleyin kendiniz karar verin.Asla sıkılmayacağınız garanti.Hatta o bildik stüdyo görüntüsü,bildik müzikleriyle Kenan Işık’lı Kim 500 Bin ister yarışmasını özleyenlere de güzel bir nostalji.
Ama ille de Benjamin Button…
Geçende bir röportajını okudum Reha Muhtar’ın.En son neye ağladığı sorulduğunda,B.Button’ın sonlarında hüngür hüngür ağladığını söylemişti.Ben ise film bittikten sonra iki gün daha ağladım.
Ha,en çok ağlanan en çok gülünen en iyi midir,elbette ki hayır.
Ama insanda iz bırakmalı yahu bir şeyler…
Sophie’nin Seçimi gibi,Yeşil Yol gibi,İhtiras Fırtınası gibi…Yüzüklerin Efendisi gibi…