sağtık

HASTANE TEYZELERİ

Oniki yıllık eczacımız Aysu Hanım’ın tezgahının arkasında, bir karton kutu içerisinde bekleyen onlarca sağlık karnesini ve karnelere lastiklenmiş ilaç torbalarını görünce ilgimi çekti sordum,bunlar ne böyle diye.Dedi ki Aysu Hanım, “Hiçbir hastalığı olmadığı halde,yeni bir klinik,yeni bir hastane açıldığı zaman sadece meraktan ve sosyal ortam olsun diye gidip uyduruktan ilaç yazdıran yaşlı hastalarım var...Hatta aralarında toplaşıp birkaç otobüs değiştirerek bile taa bilmemnerdeki yeni hastaneyi görmek için yollara düşüyorlar.Yanlarına termos,yiyecek,örgü falan alıp pikniğe,eğlenmeye gider gibi hastane,klinik ziyaretine gidiyorlar.Gitmişken de rutin hastalıklarına ilaç yazdırıp öyle dönüyorlar.Bu defterleri gelip bırakıyorlar ama ilaçları hazır olduğunda gelip almıyorlar.Çünkü ilaca ihtiyaçları yok aslında,maksat gezmek” Ağzım açık dinledim.Gülmek mi ağlamak mı gerek bilemedim. AH BİR YAŞLANSAM NELER YAPACAĞIM yazımda yazmıştım aslında yaşlı ve özellikle dul hanımların kendi aralarında sıkı bir grup oluşturup hoppidi hoppidi oraya buraya turlar geziler düzenleyip,herkesten daha sosyal yaşadıklarını. Pek çoğunuz görmüşsünüzdür hastanelerde,bekleme koltuklarında örgüsüyle danteliyle harıl harıl elişi yapan teyzeleri.Elinizde bir kağıtla ne yapacağınızı nereye gideceğinizi kimse bilmese de onlar bilir,size laboratuarın,röntgenin,kayıt memurunun,doktor bilmem kimin nerede olduğunu söyler ,tarif eder…nasihatlerde bulunur. Geçenlerde bir tetkikim için bir devlet hastanesinin genel cerrahi bölümünün önünde kayıt memurunun gelmesini beklerken,bu teyzelerden birisi yanımda pat diye sohbete başladı benimle.Gözüm koridorun kalabalığında, memurun gelişini kaçırmayayım derdindeyim.Teyze ise buna müsaade etmemek için oraya gelmiş oturmuş bunun için de maaş alıyor sanırsınız.Çocuklarının,torunlarının tüm okul ve işyeri sorunlarını bir çırpıda anlattığı yetmiyormuş gibi,yüzümün rengini de beğenmeyerek bana dahiliye doktorlarından kuvvetli teşhisi olan bir tanesini tavsiye etti hatta karaciğerimden şüphelendiğini söyledi.Teyzeden sıkılıp öteki uçtaki banklara oturdum.Bu kez de başka bir teyze yanıma gelip tırnağını çektireceğini,küçük kızının sözlendiğini,kendisine evde büyük evli kızının bakacağını anlatmaya başladı.Operasyondan sonra ayağına giyeceği terlikleri de poşetinden çıkarıp göstermeye niyetleniyordu ki ordan da sıvıştım. Ülen nooluyoruz bende teyzeçeker bir hal mi var acaba diye etrafıma baktım ki benim karaciğer doktoru teyzemle tırnak çektirecek teyzem yanlarına oturan yeni kurbanlarını da ablukaya almış labada lubada habire aynı şeyleri anlatıp duruyorlardı.Başka bir bankta,yan yana oturmuş iki kadın,ultrason sırası beklerken birbirlerine böbreklerinden şikayetlerini sıralıyorlar,birinin ağzından ötekisi lafı alıyor,birbirlerine habire bitki reçeteleri verip duruyorlar.Bitkileriniz bu kadar faydalıysa doktorda ne işiniz var demezler mi adama? Hastaneler bir çeşit terapi merkezi mi acaba derdi olanlar için.Hiç randevu veya sıra almadığı halde,gidip oraya oturanlar da var mı acaba?Muayene olacakmış gibi yapıp insanlarla muhabbet etmeye çalışanlar falan?Ne bileyim belki türbelerdeki toplu inanç terapisi gibi bir terapi oluyordur,kendisi gibi hasta birini görünce oooh diyordur benden beteri de varmış halime şükür falan? Bilmiyorum artık sebebini ama hayatımda hastanelerde,otobüslerde,tatilde orda burada tanıştığım insanlarla boş ve gereksiz muhabbet etmekten hiç hazzetmedim hala da aynı şekilde hazzetmem.Bir daha asla görüşmeyeceğim insanlarla ne diye kelime alışverişi yapacağım ki?Allahım büyük konuşturup ilerde beni bir gün hastane teyzesi yapma inşallah.Amin! Son not=Bizim halkımız onca uyarıya onca habere ve her gün TV de konuşan uzmana rağmen hala hapşırmayı öksürmeyi bilmiyor.Herkes her halükarda ortalığa hapşırıyor,kağıt mendili ancak tuvaletten sonra ellerini kurulamak için kullanıyor.Bir iki kere çantamdan jelimi çıkarıp ellerimi dezenfekte edeyim dedim,bana uzaydan gelmiş A gribi virüsüymüşüm gibi düşmanca ve tuhafça baktılar.Kendimi hijyenik tutmaya çalışarak bu hastane teyzelerine hakaret ettiğimi falan düşünmüş olmasınlar?

İYİ Kİ DOĞDUN

Kendisi için doğum günü partisi düzenleyip alacağı hediyeleri hayal ederek gün sayan arkadaşlarım oldu.Hiç birisinin partisine gitmedim.Bundan on sene önce,henüz doğum günleri hakkında böyle detaylı düşünmezken,giderdim.Hatta belki de doğmuş olması benim için zerrece önem teşkil etmeyen birisinin bile partisinde bulunmuşluğum vardı. Zaman içinde değiştim.Onlar hala bir yerlerde kendi doğumlarını kutsamak ve kutlamak için parti düzenlerlerken,ben onları zamanın bir yerinde terk ettim ve kurtuldum. Bu gün hiçbir kuvvet bana kendim için doğum günü düzenlemek ve kutlamak gibi bir aktiviteyi yaptıramaz. Doğduğu için birisini kutlamak kadar saçma bir şey de yoktur aslında.Her zaman söylerim hatta inatla ve ısrarla söylerim ki doğduğum günü borçlu olduğum kişidir asıl kutlanması gereken.İyi ki doğdun yerine iyi ki doğurdun partisi verilmelidir belki de.Beni doğuran artık hayatta değil.Ama o hayattayken de bir gün bile ona beni iyi ki doğurdun diye teşekkür etmeyi akıl edecek kıvamda değildim. Birisi senin doğmuş olmanı çok önemsiyorsa,sana sürpriz bir şeyler hazırlayabilir,birileri gizlice organizasyon yapabilir,seni sevdiklerini senin doğmuş olmana mutlu olduklarını bir göstermek için,DOĞDUĞUN için onların yaşamında bir anlam ifade ettiğini sana hissettirmek için sana bir şeyler hazırlayabilirler.Buna karşı gelmem, hatta benim için bir şey ifade ediyorsa o kişi (ki böyle kişiler azdır hayatımda) organizasyonu ben bile hazırlayabilirim.Ama birisinin telefon açıp da şu gün şurda doğum günümü kutluyoruz gel demesi benim için hiçbir şey ifade etmediği gibi özellikle de asla gitmem gidip de kutlayasım varsa bile zaten kendisine parti veren birisiyle neden görüştüğümü sorgular dururum.Yakın arkadaşlarımdan hiç birisi çok şükür böyle bir avamlık,böyle bir megalomanlık böyle bir alt zeka düzeyi ve böyle bir şovmenlik dürtüsü içerisinde değil. Doğum günü partileri henüz onbeş onaltı yaşını doldurmamış ya da tam doldurmak üzere olan çocuklara yakışan bir şey.Daha doğrusu doğduktan sonraki onbeş onaltı sene içerisinde kutlanması sevimli olan bir şey.Nedir,işte çocuk için sosyalleşmenin,sevdikleriyle bir arada günün en önemli kişisi olarak bir aktivitenin içinde başrol oynamanın güzelliğini yaşamasının bir gereği.Ama ondan sonraki yaş dönemlerinde sosyalleşmek adına böyle bir organizasyon düzenlemek oldukça bayağı ve popülist bir yaklaşım. Doğum günü partisi bittikten sonra kendisine getirilen hediyelerin mali değerlendirmesini yapıp arkadaşlarına kıymet biçen insanlar tanıdım hayatımda.Tiksinerek ve pişman olarak,keşke doğmasaydın,keşke ben de bu iğrençliğin içinde bulunmasaydım dediğim oldu.Hatta lisede,doğum günü partisi yapmadığım için beni kutlamayan çok yakın bir arkadaşım bile vardı.Kendisine,doğum günümde bana bir öpücük bile hediye etmedin,beni kutlamadın dediğimde,sen pasta kesip bizi misafir ettin mi ki bana hesap soruyorsun diye cevap almıştım. Tek istediğim iyi ki doğmuşsun,iyi ki varsın diye beni kucaklayıp dostluğunu göstermesiydi oysa. Hala da bugün, doğum günlerimde tek bunu beklerim sevdiklerimden.Doğduğum için mutlu olmayan ,doğduğum günü bile hatırlamayan zaten benim hayatımda niye var ki,bunu da sorgularım bir yandan. Herkese ama herkese,doğuran kişiyi unutmamalarını,doğdukları için mum üfleyip parti vermeden de sevilip sevilmediğinizin muhasebesini yapabileceklerini hatırlatmak istedim.Bu yazıyı okuduğu gün doğmuş olanlara da ömür boyu gerçek dostlarıyla gerçek hayatlar yaşamalarını dilerim…

Bİ FOTOĞRAF ÇEKİNEBİLİR MİYİZ?

 

(Baş not=Başlık elbette ki yanlış yazılmıştır.Halk arasında çok kullanılan yaygın bir söyleniş biçimi olup,doğrusu,Bir fotoğraf çektirebilir miyiz?' dir)


Laf olsun diye fotoğraf çektirilmesine çok kızarım.

Fotoğraf,çok güzel bir anın hiç unutulmasın diye belgelenmesidir.
Bir daha kolay kolay tekrarı olmayacak bir şeyin görsel hafızaya kaydedilmesidir.


Web cam’in karşısına saçını başını yapıp makyajını kontrol edip oturan ve bin bir tane anlamsız kendi fotoğrafını çeken insanlar bana çok komik ve zavallı gelir.


Bir de başkasının kamerasında  çekilen fotoğraflara sürekli maydanoz olup asla kendisine ulaşmayacak olan fotoğraf karelerinde yer almaya çalışan foto-manyaklar vardır.


Bunlar sadece fotoğrafının çekilmesiyle ilgilenirler sonradan o fotoğrafı görmek,saklamak gibi bir dertleri asla olmadığı gibi unuturlar üstelik o fotoğraflarda poz poz kasılarak sırıttıklarını.


Çok yakından tanıdığım orta yaşı hayli geçkin bir hanımefendi  mesela, her fotoğraf  çekilen anda ,mutlaka o pozun içinde yer almak ister ama sonradan o fotoğraflar nereye atıldı,nasıl çıkmış,nasıl görünüyor asla merak etmez.

Bilgisayara mı atıldı,fotoğrafçıda kartonete mi basıldı?
Hiiiç ama hiç merak etmez,hatta çekildikten on dakika sonra unutuverir başka şeylerle ilgilenir. 
O karede olmaktan başka takıntısı yoktur sanki.

Fotoğrafçıların vitrinlerine hiç dikkat eder misiniz?
Hayır senin kadar manyak ve absürd yönden bakmıyoruz hayata,niye dikkat edelim,diye bir cevap verdiyseniz bile hiç üzerime alınmadan yazmaya devam edeceğim.


Fotoğrafçı vitrinlerinde,sahiplerinden izin alınır mı alınmaz mı bilmem ama genellikle çiftlerin resimleri kocaman çerçeveler içinde yer alır.


Nişan veya nikah törenlerinden önce henüz gelinin terden makyajı ve saçı bozulmadan bir an önce gidip çektirilen fotoğraflardır hani.

Bazen de sünnet çocuklarının resimleri olur vitrinde.


Çok nadir olarak da Tarkan’ın veya Sezen Aksu’nun falan ya da başka bir starın resmi yer alır. 
BAKIN BU ÜNLÜ GELDİ BURDA FOTOĞRAF ÇEKTİRDİ! SİZ DE GELİN!  


Şimdi diyeceksiniz ki senin hiç düğün nişan fotoğrafın yok mu yani?
Sen yapmadın mı?
Olmaz olur mu hiç?
Hem de nasıl yaptım? Gelin Olmuş Gidiyorsun   ya nasıl yapmazsın??


Şimdiki aklımla olsa yapar mıyım hiç....bir düşünün?

Stüdyoda fotoğraf çektiriyorsanız ve o an için bir ÇİFT olarak bu konseptin içinde olmak zorundaysanız,neler yaşayacaksınız:

Damat da gelin de nedense hiç objektife baktırılmaz.

Stüdyoda her nedense daha ilginç bir şeyler vardır gelinin de damadın da baktığı.

Boş bir noktaya dikilir gözler.
Sonra damat  oğlan önde durur hep,gelin arkada.
Şöyle artistik cool bir hava verilir damada.

Elleri ceplerinde,sanki tüm dünyanın kadınları onun peşindeymiş de o bir tek yanıbaşındaki şanslı kızı seçmiş gibi bir havalar…

Gelinlik kız nedense ona hep yandan,arkadan,bir taraftan asılır.

Oğlan yüz vermeyen prens rolünde,kız etrafında ona kul köle yalvaran besleme,geyşa pozlarında.

Bir kadın bu tür bir mizansen içine girip de bu pozu hangi gurursuz ve haysiyetsiz anında verebilir kafam asla almıyor.

Bir başka poz şeklinde ise ikisi birden kahkahalarla gülüp dururlar stüdyodaki başka bir noktaya.

Sanırsın ki fotoğrafları çekilirken onlar fotoğrafçının açık fermuarından sallanan bir şey görmüşler de ona katılırlar gülmekten.

Bok mu var ulan ne kahkahasıdır bu?

Kime neyi ispat derdi?

Ha en gıcık poz da nedir söyleyeyim.

Kızla oğlanın dansediyormuş gibi abuk jimnastik hareketleriyle esnetilerek falan verilmiş halleri değil,onu geçtim…(Sanki artistik buz pateni finalinde bitiş sahnesi gösterisidir)

Hani çok rastlarsınız vitrin resimlerinde veya bir yakınınızın facebookta dosta düşmana ilan ettiği görgüsüz ve ORTAYA KARIŞIK isimli  albümlerinde:


Ya kız ya oğlan başka bir yere sırıtırken,ötekisi arzuyla onun dudaklarına bakar hani…sanki gerdekten iki saniye önce çekilmiştir o resim.
Hatta resim çekildikten beş saniye sonra oğlan ya da kız o dudaklara HĞĞĞNNAAAAHH diye saldırmış zannedersiniz.

Erotiköncesiprova pozu.


Fotoğrafçının gazına gelip de gerdeğe o stüdyoda girmiş de olabilir diye düşündürtür size.
Y

ahu evleneceği hatunun dudaklarına ,ağzında şapırt pozuyla bakarak fotoğraf çektiren adamdan ne kadar koca olursa,ben derim ki işte bu mahalle fotoğrafçılarından da ancak bu kadar fotoğrafçı olur.
Sonra bir de hava atmazlar mı bizim fotoğraf vitrine kondu diye…iyi…kuş da kondu mu onu da sorun!


Güzel fotoğraf,içinde sizin yer almak zorunda olmadığınız ama sizin çektiğiniz ve ben çektim derken gurur duyacağınız,fotoğraftır.Öyle bir ışık,öyle bir an,öyle bir mimik ,öyle bir enstantane yakalamışsınızdır ki,baktıkça baktırır insana.
Ötekiler ise ispat fotoğraflarıdır ki sizden başka hiç kimse onlara bakmaktan zevk almaz,eğer çıpıl cıbıldak değilseniz!!!

HER YERDE KAR VAR...OLSA KEŞKE...

Kıştan nefret eden ama kar yağınca sevinçten deli gibi el çırpıp “İnşallah sabaha kadar tutar” diye dua edenlerden misiniz ben gibi? Kartopu oynamayı sevmem ama karın yağışını sıcak bir odadan camın ardında kahvemi yudumlayarak seyretmeyi,kartopu oynayan ve önce arabaların üzerindeki temiz karları kullanan çocukların yavaş ama telaşlı koşuşturmalarını izlemeyi severim.Hem de çok severim.Bir de boş alanlarda üzerinde hiç ayak izi olmayan geniş kar kütlelerine doğru koşmayı ve kendimi maksimum kart reklamındaki gibi çapraz açarak o dokunulmamış karın üzerine bedenimle iz bırakmayı çok severim.İmkanım olsa da hepsini toplayıp eve getirebilsem,bir şekilde saklayabilsem diye hayıflanırım. Büyük şehirde karın birkaç gün sonrası felakettir.Yağmur veya güneş bir şekilde içine eder bu beyaz dünyanın.Sonrası çamur,damlardan damlayan erimiş buzlar,araba tekerleklerinin kardaki izleri içine dolmuş çamurlu buz… Benim çocukluğum Diyarbakır’da geçti.Kar yağdı mı sıkı yağardı.Günlerce erimezdi.İstanbul’un iklimi gibi orospu cilvesine benzemezdi oraların iklimi.Kışsa kış gibi geçerdi,yazsa yaz gibi.Baharda tüm şehir ıslak çimen ve papatya kokardı.Bir de hanımeli…Günlerce yağan karın altında donumuza kadar ıslanarak kartopu oynar,üst baş tamamen kardan adama dönüşene kadar yuvarlanırdık karlar içinde.Bir kere bile elektiriklerimiz kesilmezdi.Kesilse noolur zaten evlerimiz sobalıydı.Çatır çatır odun sobasının etrafında iki dakikada ısınıverirdik.Kombi söndü,kalorifer pompalamıyor gibi dertlerimiz olmuyordu zaten.Bir kere bile karda üşütüp hastalandığımı bile hatırlamam.Ben üşütme ile,grip ile İstanbul’a yerleştiğimizden sonra tanıştım. Kar yağdı diye okullarımızın tatil olduğunu da hiç hatırlamıyorum.Niye olsun ki.Trafik yok,okul servisleri trafikte sıkışacak diye bir dert de yok.Servisler yolda kayar maazallah bir şey olur çocuklara diye bir dert de yok.Herkesin okulu evine yürüme mesafesinde.En uzak okul otobüsle on dakika.Hayatı felç edecek hiçbir şey yok.Kar yağarken okul arkadaşlarınla bahçede kartopu oynamak serbest.Öğretmen dersi anlatırken gözün camda ,kulağın teneffüs zilinde.Kar anormal bir şey değil yani.Hayatın sıradan bir gerçeği. Okuldan dönmüşsün annen sobanın üzerinde çıtır çıtır sac ekmekleri falan pişirmiş.Bir yanda fokur fokur kaynayan çaydanlığın buharı,bir yandan mutfakta davul fırında pişen kurabiyenin ya da çöreğin kokusu.Donmuş parmak uçlarını soba başında ısıtıp biraz atıştırıp doğru kardan adam olmaya… Dün akşam TV de doğunun kar basmış köylerinde kendilerine kızak yapıp köpeklerin boynuna bağlayarak kayıp eğlenen köy çocuklarını izledim haberlerde.İçim cız etti.Biraz kendi çocukluğumu,biraz da kendi çocuğumu düşünerek.Kendi çocukluğumu hasretle hartırlarken,kendi çocuğumun bu eğlenceleri asla yaşayamayarak büyüdüğüne üzüldüm.Okul çantasında hijyenik jeller,ıslak mendiller,meyve suları tıkıştırılmış çocukluğunu hatırlayacak büyüyünce.Mahallesindeki köpekleri hiç sevemediğini çünkü mahallesinde sokak köpeği olmadığını fark edecek.Doğunun çocukları üzerlerinde mont bile olmadan sade kazakla mosmor eller ve mosmor bir burunla yine de hastalanmadan kışın güzelliğini olabildiğince çocuk olarak yaşarken,O,atkılarla,berelerle,termal atletler yün kaşkollarla sarındığı halde sürekli soğuk algınlığıyla savaşıp duran bir neslin üyesi olduğunu hatırlayacak büyüdüğünde.Okul arkadaşlarıyla bir kez bile okul varken lapa lapa yağan karın altında,teneffüste kar topu oynayamadığını çünkü yarım santim buz tutunca okulların tatil edildiği büyük şehirde büyümüş olma talihsizliğini ayrımsayacak. Kırsalda bir evimiz olmalı diye hayal ediyorum.Kar yağınca yollar kapanmasın ama hastalar falan telef olmasın yol yok diye.Elektriği de olsun suyu da.Ev sıcacık olsun.Televizyon,internet,gazete ve cep telefonu istemem ama.Bolca kitap,bolca müzik ve bolca yakacağımız,yetecek kadar yiyeceğimiz olsun mesela.Bir de geceleri havlayan bir köpek isterim kapıda.Oğlum onunla karlarda yuvarlansın gündüz.Türkiyenin doğusundaki gibi yoksunluklarla ve çaresizliklerle yaşamayalım karın güzelliğini.İstediğimiz zaman şehre inebilelim.Herkes inebilsin.Şehircilik anlayışı gelişmiş bir Avrupa köyü belki hayal ettiğim.İsveç’in İzlanda’nın bir köyü belki.Çağdaş,bakımlı ama doğanın içinde… Her yerde kar olsun.Oğlum arkadaşlarıyla burnuna kadar kara gömülüp de eve döndüğünde elektirkler kesildi kombi çalışmıyor diye donup hasta olmasın.Mutfaktan annesinin pişirdiği sıcak çöreklerin kokusunu alsın.Okullar tatil edilmesin… Her yer kar olsun ama hayat devam etsin.Her yer kar olsun ama televizyonlarda gazetelerde yollarda kalmış araçların kayarak kaza yapmış otomobillerin haberleri yer almasın.Her yer kar olsun ama herkes mutlu olsun.Kimse otobüs durağına sığınıp geceyi geçirmek isterken donarak ölmesin.Kimse yol kapalı diye evinde doğum yapıp hayatını riske atmasın.Her yer kar olsun,her yer beyaz olsun her yer hayal ettiğim gibi olsun. Ama Avrupa değil,benim ülkem olsun,Türkiye olsun…

TİYATROYU NEDEN SEVMİYORUM?

Vandal falan değilim.Tiyatrodan nefret edecek kadar çok tiyatro eseri izledim.Üstelik üniversitede sinema üzerine de eğitim aldım.Gösteri sanatlarıyla yorum yapabilecek kadar haşır neşir oldum yani. Tiyatroyu sevmiyorum çünkü çok abartılı.Abartı içeren hiçbir şeyden hoşlanmadığım gibi, -mış gibi,-miş gibi yapmak ve yapanları izlemek de aynı derecede ilkel ve sıkıcı geliyor. Salon büyük sahne uzak olduğundan ,tiyatroda abartı bir gereklilik.Makyaj abartılıyor ki mimikler görülebilsin.Mimikler abartılıyor ki en uzaktaki seyirci bile görebilsin.Sesler abartılıyor ki yüzünü göremeyen,mimiğini okuyamayan seyirci sesden anlasın hangi duyguda söylediğini.Jestler abartılıyor ki yine aynı şekilde uzakta oturan seyirci ne yaptığını anlayabilsin. Haaa…demek ki neymiş,tiyatroda seyircinin oturma uzaklığıyla alakalı bir anlaşılma sorunu varmış. Tiyatronun tarihi çok eski.Tabii ki sinemanın henüz keşfedilmediği zamanlarda topluca gidilecek tek eğlence tiyatro imiş.Bir de konuya tiyatro yazarları tarafından bakın tabii,matbaanın olmadığı,düşüncelerin,eleştirilerin,görüşlerin insanlara kolaylıkla yayılamadığı dönemden.Elbette ki tiyatro bir takım şeylerin ortaya dökülebildiği hemen hemen tek yol. Ayrıca oyuncular tarafından bakın yine.İçinde rol yapma güdüsü ve hatta yeteneği olan oyuncular tarafından.Nerede dökecek bu tutkusunu seyirciye?Nerede alkış alacak yeteneğinden dolayı? Yani işte yoksunlukların olduğu dönemlerde tiyatro iyiymiş güzelmiş. Ama sanat gelişti,teknik gelişti,insanların beklentileri değişti. Sinemada bir oyuncunun yüzünü bilmem kaç mikron büyütülmüş halde görmeye alıştı gözler.Oyuncu o kadar yakın plan gözleriyle,mimikleriyle oynayabildi ki,gerçekten o rolü yapıp yapamadığını hemen anlayıverdik.Sesini yükseltmesine,abartılı jestler yapmasına gerek kalmadı.Gerçekten oynayabilen,sinemada yüzünü konuşturdu,mimiklerini konuşturdu başka hiçbir abartıya gerek olmadan. Ayrıca gerçeklik duygusuna da alıştık sinemayla.Her türlü bilim kurgu filmini sanki gerçekmiş gibi izleyebiliyor ve hiç yanılsama,yabancılama gibi duygulara kapılmıyoruz.İki tahta perde üzerine ev dekoru çizilmiyor sinemada.Gerçeği,gerçek evi izliyoruz ya da gerçekmiş gibi setlerde yine gerçek duygusundan asla kopmadan gerçek zannediyoruz. Tiyatro artık miyadını doldurdu kanımca.Yani kullanma süresini,yani geçerliliğini,yani inandırıcılığını.Bu gün neden hala Karagöz Hacivat izlemiyoruz,neden artık Nasreddin Hoca fıkralarına gülmüyoruz,Keloğlan bizi eğlendirmiyor,Orta oyunundan neden artık zevk almıyoruz,tipik Ramazan eğlencelerinde bile gülümsetmiyor? Bunun cevabı benim tiyatroya bakış açımla aynı. Tiyatro oyuncuları nedense hala Türkiye’de dokunulmazlıkları olan kişiler olarak algılatılıyor zorla.Tiyatrocular,bir talk şov programına katıldıkları zaman normal sanatçılardan çok daha fazla saygı görüyorlar.Neden? Evet merak ediyorum neden? Abartılı makyaj abartılı mimik ve abartılı jestlerle olmayan bir yerde varmış gibi yaparak uzun oyunları uzun tekstleri ezberleyebiliyorlar diye mi? Sadece ezberden bir şeyler oynayabilmek mi üstünlükleri?Ezber kuvvetleri mi yani başka sanatçılara fark attıran? Nedir? Eğer buysa,bale de opera da birer gösteri sanatı oldukları halde çok azınlıkta kalan bir hayran grubu var,hatta operadan nefret ederim,baleden çok sıkılırım demek her nedense anlayışla karşılanırken,tiyatrodan hiç hazzetmem demek Türkiye'de niçin hala bir tabu gibi görülüp ayıplanma,sanattan anlamama hatta vandallık olarak yorumlanabiliyor? Sinema sanatçısı neden onlar kadar aferin almıyor?Neden çocukları hala bu ilkel sanatı görmeye,desteklemeye ve alkışlamaya güdülüyoruz?Tiyatro sahnelerinde argo kullanılmıyor diye mi?Daha steril,daha korumalı diye mi?Hiç de değil,ne özel tiyatrolarda argonun küfürün bini bir para gidiyor.Örnekse Nejat Uygur tiyatrosu ve oyunları işte. Nedir peki tiyatroyu hala bu gerçeklik çağında bu kadar el üstünde tutulmaya zorlayan sebep? Neden mesela Hamlet’in sinemadaki bire bir hayaletli konuşmalı şatolu matolu sinemasını seyretmek yerine,abartılmış repliklerle tiyatroda izlemeyi tercih edeyim?Bana tek bir mantıklı sebep söyleyin? Şimdi bir de hayatında bir dize olsun şiir bile ezberlememiş insanların rol aldıkları özel tiyatrolar moda oldu.Eskiden gazinolara gidilirdi sanatçıyı görebilmek için şimdi mankenleri,şarkıcıları görebilmek için mi gidiliyor bu tiyatrolara?Yoksa alkış tutkunu insanlar,alkış bağımlısı insanlar hala bu bağımlılıktan kurtulamadıkları için mi tiyatro pohpohlanıyor yüceltiliyor hala? Senden oyuncu moyuncu olmaz diye tiyatro okumalarına izin verilmeyen kişilerin hikayelerini okuyoruz basında.O kişiler TV dizilerinde,sinema filimlerinde oynadıkları zaman görüyoruz ki gayet de güzel oynuyorlar hatta gerçekten oynuyorlar çünkü mimiklerini seslerini gayet yakından ve gayet doğal şekilde bağırmadan görüp duyabiliyoruz. Bir de şu var,tiyatro eğitimi almış kişiler,TV dizilerinde oynadıkları zaman,röportajlarında falan diyorlar ki ben bu işi para kazanmak için yapıyorum ama asıl aşkım tiyatro.Yahu niye?Bunu söylemeyince aşağılanmış mı oluyorlar,camiadan mı dışlanıyorlar nedir? Tamam konservatuarlar açık kalsın,oyuncu yetiştirsinler harikulade,buna bir şey demiyoruz da,ille de mezun olduktan sonra tiyatroda çalışmasınlar be kardeşim. Tiyatro eğitimi alıp sinemaya geçtiler diye de aforoz edilmesinler. Alkış bağımlıları,rol yapma tutkunları kendilerine sinema teklifi gelsin diye bekleyemeyecek kadar sabırsızlarsa,elbette bir oyun sahneleyecekler içlerindeki tutkuyu dizginleyemeyerek,tamam da,niye çocukları tiyatroya gitmeye zorlar Türkçe öğretmenleri,niye ha niye? Çok özel danslı müzikli gösterilere hiç bir şey diyeceğim yok çünkü sahnede dans gösterileri izlemeye de bayılırım.Hatta senaryonun konusu aslında bir hiçtir amaç aslında güzel danslar izlemektir benim açımdan.Bunun dışında hele ağır melodramlı,ağdalı konuşmaları uzayıp giden,dekorları,ışıkları gerçeklik görüntüsünden oldukça kopuk -Miş gibi –mış gibi yapılan bir sanat dalının kime ne faydası var?

DERSİMİZ POHPOH KONU BAĞIMLILIK

Kiminiz buna pofpof demeyi yeğlese de ben doğru kullanım şekli olan pohpoh’u kullanacağım.Yalakalık bağımlılığı da diyebilirsiniz. Sigara,alkol,kumar,hırsızlık,yalan gibi bağımlılıklar arasında sıkışıp gitmiş,kimsenin dikkatini celbetmeden sinsi sinsi hem bağımlının hem de çevresindekilerin hayatını içten içe çürütüp bitiren bir bağımlılık bu.Yukarıda adı geçen bağımlılıklar her nedense zararlı kabul edilip bir psikiyatr veya psikologdan yardım almaya değer bulunsa da pohpoh bağımlılığının ne yazık ki henüz toplumda tanınmış bir ayrıcalığı yok. Aslında bu hastalıktan muzdarip olanlar etrafımızda o kadar çoklar ki,onları bir şekilde içimize sindirip öylece kabul ederek bir şekilde doğal davranış biçimi olarak algılamayı yeğler olmuşuz. Şöyle bir çevrenizdekileri düşünün.Birazdan okuyacaklarınızı,çevrenizdekilerden en az birisinde gözlemlememiş olma ihtimaliniz yüzde bir iki…garanti veririm.Eğer okuyacaklarınızdan rahatsız oluyor iseniz o halde kendi bağımlılıklarınızı da bir kez daha gözden geçirin derim. Bu tipler ,her şeyden önce,aşırı derecede giyim kuşam hastasıdırlar.Deli gibi moda bağımlısı olup,bir önceki sezon aldıklarını yeni sezonda giymeyi son derece aşağılayıcı bir şey olarak kabul ederler.Her yeni sezonda mutlaka o senenin trendlerini üzerlerine yansıtacak bir iki aksesuar,birkaç ayrıntı sahibi olurlar. Kişisel bakım olayını biraz fazla abartanları da vardır.Sürekli saçı başı,kaşı gözü,bıyığı sakalı kılı tüyü ile uğraşıp dururlar. Bir oratama girdikleri zaman tüm gözlerin üzerlerine çevrilmesine o kadar takık durumdadırlar ki,Allah vergisi bir cazibeleri varsa ne ala,ama yoksa,işte o cazibeyi ne yapıp edip kul eliyle hazırlamak takıntısından asla kurtulamazlar. Kahkahaları abartılıdır,gülmeleri,konuşmaları,dansetmeleri,yerken veya içerken bir şeyleri mutlaka ama mutlaka abartı içerir.Sosyal davranışlarından birisi mutlaka abartılıdır çünkü etraftakilerin bir şekilde bakışlarını üzerine toplamaktan aldığı hazzı başka hiçbir şeyden almaz.Yüksek sesle konuşmak,yüksek sesli müzik dinleyerek çevresindekilere de zorla dinletmek,yüksek sesle telefon görüşmesi yapmak,yüksek sesle gülmek,yüksek sesle ağlamak….Bunların birini veya bir kaçını mutlaka ama mutlaka yapar. Şimdi bir de bunların iki tipi vardır,ya çok sosyal olanı ya da aşırı asosyal olanı. Çok sosyal olanı daha kalın hatlarla kendisini gösterirken aşırı asosyal olanını topluma kaynaştırmak için onu biraz pohpohlamanız yeterli olacaktır. Topluluk içinde ilgiyi üzerinde hissedemeyecek olurlarsa, a)Sinir krizi geçirmek üzere olduğundan,suratını asıp oturur. b)İlgiyi üzerine çekememesinin nedenini o günkü saç modeline,elbisesine,parfümüne,kıyafetinin zayıflığına bağlar ve ilk fırsatta bunun intikamını almak için bir dahakine elinden geldiğince abartı takılacağına kendi kendine söz verir. c)Mutlaka etraftan birisi veya birileri onu çok ama çok kıskanıyordur ve kıskançlıktan onunla ilgilenmemiş gibi yapmaktadırlar!!! d)O gün kendisini çok kötü veya çirkin hissettiğini söyler durur ki etrafındakiler tersini söyleyerek ona iltifat etsin,pohpoh krizi biraz hafiflesin. e)Ya da tam tersi o gün ne kadar muhteşem olduğunu anlatır,oraya gelene kadar kızların ya da erkeklerin kendisine nasıl yiyecekmiş gibi baktıklarını anlatır.Kimlerden ne gibi iltifatlar aldığını söyler durur. Pohpoh bağımlısının takıntılarından biri de budur zaten.Mutlaka etrafında birileri vardır onu deli gibi kıskanan.Elbette herkesin çevresinde onu kıskanan fesatlanan birileri olması doğaldır ama pohpoh bağımlısı,kendisinden biraz daha fazla ilgi çeken kim varsa onu kafasında bir nolu düşmanı ilan eder ve etrafındaki herkese o kişinin kendisini kıskandığını ispatlamaya çalışıp durur. Yine çevreden biraz az ilgi aldığı bir günündeyse, ya da o gün kendisini çok muhteşem bulduğu halde kimseden beklediği ilgiyi iltifatı alamamışsa,o,mutlaka o gün bir yerlerine ağrı saplanan kişi olarak etraftan ağrı kesici falan gibi şeyler ister durur ve nazara geldiğini iddia eder. Zaten nazara aşırı inanır ve her yerde ve her durumda kıskanılacak kadar muhteşem olduğunu düşündüğünden,başına gelen her aksiliği nazara yorar.Hatta kimin nazarının değdiğini bile söyleyebilir! Hatta hatta bir zamanlar ne kadar harika göründüğü veya ne kadar muhteşem şekilde başarılı olduğu bir dönemde kimin gözü nazarı yüzünden başına neler gelmiş olduğunu anlatır anlatır anlatır. Kimseye ama kimseye iltifat etmez.Sürekli iltifat kabul eder ama çok beğendiği bir şeyi asla karşısındakine beyan etmez.Onun görüş bildirdiği tek bir durum vardır.Karşısındakinde bir kusur gördüğünde dayanamaz hemen yapıştırıverir.Ya kilo aldığını,ya yaşlandığını,ya yorgun ve kötü göründüğünü,ya karşısındakinin makyajının aktığını,ya kötü koktuğunu,ya saç modelinin kötü olduğunu patadanak söyleyiverir. Aslında zaten en çok dış görünüş ile alakalı olduğundan,uzun zamandır görmediği birisiyle ilk kez karşılaştığında ona ilk sarfedeceği cümlelerden birisi ya yaşlandığı,ya kilo aldığı,ya yıprandığı,ya kelleştiği ya da başka bir olumsuzluğu olur. Pohpoh bağımlısını sürekli pohpohlarsanız,sizin bir numaralı müridiniz olur.Hatta onu tavlamak o kadar kolaydır ki hiç de sahip olmadığı bir sürü güzel özelliği söyleyerek arada ona gaz vermeniz yeter.Sahip olmadığı bu özelliklere o kadar çabuk inanır ki,sizden önce de falancanın filancanın ona bu tür iltifatlar ettiğinden ayrıntıları ile söz etmeye başlar.Yani bir şekilde sizi ettiğiniz iltifatın ne kadar da isabetli oluduğuna inandırmak için uğraşır.Geçmişteki başarılarından,beğenildiği hatta reyting rekorları kırdığı günlerden sözeder.Kimin onu geçmişte nasıl kıskandığından,kimlere nasıl da şakadanak ağzının payını verdiğinden söz eder.Ki…aslında hiç kimseye hiçbir şekilde ağzının payını verebilecek bir şahsiyet olamamıştır aslında. Dalga geçmek için bile ona biraz gaz verseniz,hemen inanır,kıvama gelir,ballllandıra ballandıra kendisinden söz eder.Zaten en çok sevdiği özne kendisidir.En sevdiği konu kahramanı kendisidir.En çok dinlemeyi sevdiği anılar kendi anılarıdır.Ve kendi sesinden. En güzel yemek kendi yaptığıdır.Bir başkasının yemeğini övmek ya da onore etmek onun için ölüm kadar kötüdür.Her sofrada eleştireceği bir şeyler bulur.Hiç bir şeyi eleştiremezse bile eleştirilecek bir şeyler yaratır.Kimsenin düğününü,nişanını,kimsenin doğum gününü,kimsenin davetini,kimsenin sunumunu,kimsenin ödevini,kimsenin gittiği okulu,kimsenin bitirdiği okulu,kimsenin evliliğini,kimsenin flört biçimini beğenmez çünkü tüm harikalıklara yalnız ve ancak o sahiptir. Bulunduğu ortamda ondan daha başarılı biri varsa onu ya inek ya şanslı diye yorumlar. Başına gelen her güzel şeyi kendine bir ödül olarak görür Allahtan.Başına gelen her kötü şeyi ise birilerinin nazarı ya da kötü nefesi olarak yorumlar.Sırf kendi başına değil,başkalarının başına gelen iyi şeylerin altında mutlaka bir çapanoğlu arar.Başkalarının başına gelen kötü olayları ise ilahi adalet olarak yorumlar.Sıradan bir aksilik yaşayan birisini bile kendisine düşmanlık ettiği için Allah tarafından cezalandırıldı diye düşünür ve buna kesinlikle etrafındakileri de inandırmaya çalışır. Asla gerçek dostu yoktur,böyle düşünür çünkü herkes onu kıskanmakta,onun kuyusunu kazmaktadır.Herhangi bir teklifini reddetmeniz bile onu bozmak için yapılmış bir hamle olarak adlandırılır onun beyninde.Hatta bu topluma fazla geldiğini,kimsenin onu anlayamadığını bile düşünenleri vardır pohpoh bağımlılarının.Kendisini,her ortamda fazla elit,fazla frapan,fazla dikkat çekici bulur.Bu nedenle herkes onun ayağını kaydırmaya çalışıyordur.En sıradan sohbetleri bile sonradan kafasında evirir çevirir,mutlaka bir cümleye,bir şakaya,bir espriye kafasını takar ve kendisine taş atıldığına hükmeder.Niye zamanında fark edemedim diye kendisini yer.Farketseydim şöyle şöyle cevaplar verirdim diye dövünür.Üzerinden biraz zaman geçince,bu veremediği cevapları,başka bir ortamda,başka kişilere şakkadanak nasıl cevap verdiğini örneklemek için anlatır.Gerçekte yapamamıştır ama hayalindeki cevapları vermiş gibi aktarır başkalarına olayı. Megaloman gibi görünür ama aslında kendi sahip olduğu şeylerin sınırlarını gayet iyi bilmektedir.Kendi yetersizliklerini,kendi yoksunluklarını çok iyi bilmektedir ve bunları kamufle etmek için megaloman gibi görünmeyi bir savunma mekanizması olarak geliştirmiştir.Onu asla eleştiremezsiniz,ona asla yol gösteremezsiniz,ona asla bir eksiğini en uygun dille bile olsa kabul ettiremezsiniz. O bir tanedir,onun gibi anne,baba,eş sevgili,evlat,öğrenci,eleman,çalışan,müdür,arkadaş vesaire yoktur bu dünyada.Hep etrafındaki kötü örnekleri anlatır kendisini sivriltmek için.Herkesin eksiğiyle sevinir,herkesin yoksunluğuyla mutlu olur.Kendisi gibi birisini bulunca asla ona yanaşmaz.Kendinden bilir bu tiplerin tehlikeli olduklarını çünkü. Sevgilisi ya da partneri ya da eşi olacak kişiyi daima ezebileceği,kendine hayran bırakabileceği,kendisini pohpohyacak sinik ve sessiz tiplerden seçmeye bakar.Dominant karakterlerle asla işi olmaz.Ama zora gelince bu dominant karakterlere de pohpohun en alasını yapar çünkü bükemediği eli öpmesini de bilir.Pohpohun her kapıyı açabilecek sihirli tek anahtar olduğunu zannettiği için tek silahı da budur zaten açamadığı kapılara karşı. Ne dersiniz…? Çevrenizde var mı böyle tipler yoksa yazıyı okuyunca bir tür karakter analizi yaptırıyor gibi mi hissettiniz? İkinci soruya cevabınız evet ise kesin sizi kıskanıyorumdur o yüzden düşmanca bir yazı yazmışımdır,takmayın kafanıza!

PERWOL REKLAMI ve HADİSE AYRI AYRI DELİRTİYOR

Bir adam dansediyor,onu izleyen kadın yeni siyah gömleğiyle harika göründüğünü söylüyor.Yanındaki diğer kadın da gömleğin yeni olmadığını,Perwolle yıkandığı için yeni gibi göründüğünü söylüyor.Perwol’süz yıkanan gömlekler bembeyaz mı çıkıyor makineden yani? Ayrıca sahneye çıkan bir dansçı,gömleklerini evde ve üstelik çamaşır makinesinde mi yıkatıyor yahu?Kuru temizleme diye bişey yok mu?Hadi onu geçtim reklamın bir başka senaryosunda kadının biri izleyici koltuğunda siyahı methederken bizim Aceci Ayşe Teyze gibi çantasından çıkarıveriyor Siyah Sihir adlı ürünü.Bağımlı heralde,arada fırt çekiyor. Aynı ürünün yine başka bir reklamında bu kez kırmızı elbiseli bir hatun dansediyor onu izleyen adam da yeni vurgusu yaparak elbiseye iltifat ediyor.Yine soruyor insan kendine,ulan o gece elbisesi makinede mi yıkanıyor yuuuh diye…Hem ben yıllardır kırmızı kıyafet yıkar dururum hiç de Perwol kullanmadım,hiç de rengi atmadı.Tezgahtan ucuz bir şey olmadığı sürece hiçbir şekilde hiçbir kırmızımın da renk attığına şahit olmadım. İnsan yuh diyor başka bir şey demiyor. Hadise’nin yeni çorap reklamını izlediniz mi peki? En az Hadise kadar kalın ve kısa bacaklı ama ondan daha ucuz bir reklam yıldızı bulabilirlerdi.Şimdi bu pahalı reklamın masrafı kimden çıkacak,çorapları dünyanın fiyatına satacaklar,tüketiciden çıkacak tabii… Kalın bacaklı olmak suç mu,kalın bacaklılar çorap giyemez mi?Hayır alakası yok,ama reklam yapılan bir üründe,bacak kullanmak zorundaysanız,daha estetik,daha zarif bacakları görmek ister tüketici.Hadise’ninkiler çorap reklamında oynayamayacak kadar fazla kalın ve kısa.Üstelik reklam için seçilen çorapların tümü de neredeyse çok sıradan ve hatta zevksiz.Hele reklamın sonunda Hadise’nin bir ağız açıp göz kırpışı var ki yemin ederim beceriksiz bir panayır oyuncusu bile bu kadar yapmacık olamaz.Takma kirpiklerin ağırlığından göz kapağına felç gelmiş sanırsınız yani… Bu arada yeri gelmişken söylemezsem çatlarım,kızcağızın suratına kat kat sürülen boya ve fondotenden o kadar rahatsızlık duyuyorum ki gidip yüzümü yıkayasım geliyor.Besbelli ki Shakira’ya yüz olarak benzetilmeye çalışılmış ama o takma kirpikler,o ağır siyah göz makyajı falan çok feci.Shakira’nın balmumu müzesinde durabilecek kötü bir imitasyonuna benziyor sadece…Ne gerek var bu abartma ve özentili imaj çalışmalarına?Halbuki sesiyle ve güzel yüzüyle,üstelik sadece yorumcu değil aynı zamanda üreten müzisyenliğiyle bu kız zaten kendi başına bir imaj.Yazık valla.

80'LERE GİRİŞ

Ben,gençlik dönemini 80’lerde yaşamış o şanslı nesildenim.Neden şanslı?Evet kendimi şanslı addediyorum çünkü tarihe damgasını vuracak bir on yılı,bizzat yaşadım,o yılların birebir görgü tanığı olarak içindeydim.Başka bir on yıl yoktur herhalde,yaşam tarzıyla,modasıyla,müziğiyle,darbesiyle,sıkıyönetimiyle,akıllara ziyan moda çılgınlığıyla bir topluma damga vursun. 80’leri yaşamak başka bir şey.İnsanın aklına yüzlerce ayrıntı getiren bir şey.O dönemde genç olmuş veya farkındalık yaşayabilecek yaşta olmuş herkesin mutlaka ortak olarak hatırlayacağı en az on ayrıntı vardır.Hiç bir on yıl,herhalde bir toplumun ortak hafızasında bu kadar aynı kalıplarda yer almaz,alabileceğini de sanmıyorum. 80’leri yazmak nereden aklıma geldi?Arama motorunuza 80’ler yazdığınızda karşınıza yüzlerce binlerce şey çıkacak.Her biri,ayrı bir yönden inceleyen bir sürü site var seksenlerle ilgili. Ben onların hiç birisine inceleme amacıyla girmedim.Yazımın ayrıntılarını oluşturduktan,omurgayı hazırladıktan sonra,unuttuğum ayrıntılar var mı diye göz gezdirdim sadece.Biraz ordan biraz buradan birkaç şey vardı tabii ama o yıllara ilişkin hafızama o kadar güvendim ki,o unuttuğum şeyleri de iz bırakmamıştır diye düşünerek,almadım. Hangi yönüyle ele alacağımı da bilmiyordum baştan.Sonra başlıklar halinde sınıfladım ve her başlığın altına,hatırladığım tüm detayları yazıverdim. İşte yazımın bitmiş halini sunuyorum.Aklına başka bir olmazsa olmaz gelen olursa,eklesin lütfen.

80'LERDE SİYASİ HAYAT

Seksenli yıllar,herkesin hafızasında 12 Eylül askeri darbesi ile başlar siyasi platformda.Televizyonlarda sürekli konuşan bir Kenan Evren.Tutuklanan iktidar ve ana muhalefet parti liderleri.Türkiye’nin her yerinde,arama tarama yapılmak üzere girilen evler,tutuklananlar,gözaltına alınanlar,karakol önünde bekleyen aileler,geceleri rap rap yürüyen postal sesleri,sokağa çıkma yasakları,bir iftiraya kurban gidip gözaltına alınır mıyım telaşı yaşayan masum gençler. Siyasi eylem yaptığı iddia edilen ve bir daha hiç göremediğimiz öğretmenler,komşular.MİT ajanı olduğunu öğrediğimiz kendi halinde amcalar,bakkallar,simitçiler… PKK’nın daha adı bile yok…Diyarbakır’da büyüdüğüm için oralardaki adı Apocular idi.Hatta yöresel ağızla yazayım;Apoçilar. Yavaş yavaş Kenan Evren’in yüzü çekildi televizyon ekranlarından. Yeni yeni partiler kurulmaya başladı.Turgut Sunalp,NejdetCalp,TurgutÖzal gibi isimler yeni yeni partiler kurdular. 1982’de bir referandum yapıldı.Kenan Evren halkoyuyla Cumhur başkanı oldu.Sonra da Turgut Özal ve Partisi ANAP,anavatanın ihtilalen sonraki ilk iktidarı oldu. Özal’lı dönem Türkiye’de özgürlüklerin dönemidir siyaset bazında da sosyal hayata yansıyan yüzüyle de.

80'LERDE GÜNLÜK HAYAT VE EVLERİMİZ

Seksenlerde en bilindik şey lüks apartman katlarıydı.”Kat satın almak” diye bir deyim bile vardı.

“Hale Hanımlar,Çiftehavuzlardan bir kat satın almışlar”

Bu günkü gibi havuzlu lüks siteler,villalar pek revaçta değildi.Hatta REVAÇ kelimesi bile bana o yıllardan kalmadır.POPÜLER anlamında.

Bu lüks evlerde oturanlar epey bir havalı olurlardı hani haklıydılar da.Çünkü asıl orijinal ev dekorasyonu o evlere aitti ve küçük burjuvanın ev dekorasyonu,bu lüksü taklit etmekten ibaretti.

Duvarlarda ille açık renkte duvar kağıdı olurdu.Bej veya krem tonlarda.Üzeri yuvarlak yuvarlak sarmaşık tipi desenlerden müteşekkil.

Daha sonraları,tuğla ve kereste desenli kağıtlar da kullanılır oldu ama ev içinde bu kağıtların felaket görüntülere sebep olduğu çabuk anlaşılarak sonra sadece işyerleri ve dükkanlarda tercih edilmeye başlandı.

Tavanda mutlaka taşlı taşlı avizeler sallanırdı. Duvar aplikleri de pek modaydı.Ayrıca iki koltuk arasında duvarın köşesine denk getirilen bir dev abajur ki ille uçlarından ponpon veya püskül sarkacak,eve ayrı bir hava verirdi.

Perdeler mutlaka yere kadar inerdi.Kalın perde modası vardı o zamanlar,daha lüks evlerinki sade ve desensiz,hatta kadife yahut satenden olurdu.Tülün arkasında dururdu,görevi güneşlik olmak değildi,tamamen dekorasyon amaçlıydı.

Biraz daha zevksiz döşenmiş evlerinki ise daha desenli,daha hareketli kalın perdelerden seçilmiş olurdu.

Seksenlerin başlarında,evin koridor ve ıslak alanlarına kalebodur döşetmek(seramik kelimesi yerine kalebodur kullanılırdı,anlam genişlemesini uğramış olarak ve mavi ile bal köpüğü renkte ince dikdörtgenden gölgeli olanları da çok modaydı),geri kalan odalara ise ya marley dediğimiz kare kare plastik parçaları ya da duvardan duvara halı kaplatmak modaydı.

Parkeler,çook sonraları yer almıştır ev dekorasyonunda.Belki doksanlarda.Kullanılmaktaydıysa bile yaygın değildi.

Yemek masalarına kocaman dantel ya da saten örtüler serilir,ortasına yine kocaman kristal vazolar konurdu.Bazen de orta sehpaya kocaman dantel bir örtü atılır,üzerine sarı veya kızıl veya yeşil camdan masa çakmakları,sigaralıklar,küllükler,sigaralıkların içinde de lüks marka yabancı sigara paketleri konurdu,eve gelen misafire oradan sigara ikram edilirdi.

Likör-çikolata,ya da Türk kahvesi-likör getirilirdi bu sigara ikramının yanında.

Koltuklar alabildiğine kadife,alabildiğine şal desenliydi başlarda.Sonraları sade ve tek renk koltuklar daha modern kabul edildi ancak kadifenin sultanlığı hiç bitmedi.Ancak seksen sonları doksan başlarında, saten kumaşlar koltuklarda boy göstermeye başladı.

Koltukların kolçaklarına,sırtlarına minik minik danteller atılırdı. Koltukları süsleyen minik kırlentler de çoğu kez dantelden yapılırdı. Pencerelerin ille panjurlu olması,bir sosyal statü sembolüydü neredeyse.

Balkonlarda uzun dörtköşe saksılar içinde sakız çiçekleri,sardunyalar,menekşeler… Menekşe çılgınlığı ve kaktüs hediye etme modası da vardı ayrıca.Minicik saksılar içinde Afrika menekşesi ve çiçekli kaktüsler hediye verilirdi dostlar arasında falan.

Bir de evlerin salonlarına baş köşeye yerleştirilen iki önemli moda unsuru vardı ki bunları asla unutamam.

Biri akvaryumlardır biri de dev hoparlörleri olan müzik setleri.

Japon balıkları,lepistesler,siyah katil balıklar,zamanla yerlerini muhabbet kuşu kafeslerine bırakmışlardır.

Biraz daha kokoş ve özenti tipler evlerinde beyaz tüylü minik süs köpeği besleme merakına kapılmıştı.

TOPAK diye,tüylü bir köpeğin konu edildiği bir dizi film vardı bir zamanlar.O dizi,pet- şoplarda ne kadar tüylü beyaz köpek varsa hepsini sattırmıştır.Beyazını bulamayan ille kıvırcık olmak şartıyla siyahına da fit olurdu.

Ceviz kaplama mutfak dolapları,meşe veya çam yatak odası takımları her evin sıradan mobilyalarıydı.

Seksenler,tuvalet aynası ve önünde oturma pufu olan yatak odası takımlarının salgın halinde yayıldığı dönemlerdir.

Yine tam otomatik kendi kendine yıkayan ve kurutan çamaşır makineleri de,muzlu süt yapıp yapıp içmemizi sağlayan mikserler de,renkli televizyonlar da seksenlerle beraber evlerimize girmişti.Ve bir de pazarlarda satılan minik el gırgırları.İki,üç dört fırçalı,rengarenk plastikten.

Televizyonlardaki renkli yayınları izlemek,Sue Ellen’ın saç rengini,JR(Ceyar)’ın göz rengini görmek için komşuya gitmek… Televizyonların kumandası yoktu çünkü TRT 1 den başka kanal yoktu.TRT2 açıldığında,sabahları Hanımlar Sizin İçin diye bir program başladı.

Apartman komşularının birbirlerine sabah kahvesine gitmesini sağlayan bu çift kanallı yayın,seksenlerin sonlarına doğru önce Magic Box Star 1 adıyla yayına başlayan şimdiki Star TV nin sonra Show TV nin açılmasıyla devam etti.Kanalların artmasıyla birlikte,evlerde pek bir lüks eşya sayılan video cihazlarının da biraz pabucu dama atıldı.

VHS ve BETAMAKS kasetlerle çalışan bu cihazlar,video film kiralayan dükkanlara da epey ekmek parası çıkartmıştı.Hele düğün kayıtlarının evde maaile toplanıp seyredilmesi de ayrı bir seremoniydi.

Akşamları,ocağın üzerinde sallaya sallaya mısır patlatıp yememizi sağlayan mısır patlatma süzgeçleri vardı,sonraları tencereye koyup yağ ve tuz ekleyerek patlatmayı akıl ettik.Mısıra yağ koymak da TV dizilerinden öğrenildi.Özellikle Yalan Rüzgarı’ndan.

Yine evlerin iç dekorasyonuna dönecek olursak,şimdilerde kartonpiyerlerin yaptığı işi o zamanlar kornişlerin üzerine çakılan ahşap lambriler yapıyordu.

Daha daha lüks evlerin duvarları bile o ceviz kaplama ahşap lambrilerle donatılırdı.Kalorifer peteklerini bile lambri ile kaplatmak,biraz paran varsa salonunun bir köşesine hiç kullanmayacağın bir şömine inşa ettirmek de görgüsüzlük modasının hitlerindendi.

Çevirmeli telefonlardan tuşlu telefonlara geçiş de yine seksenlere denk gelmiştir. Tuşlu telefon sahibi olmak bile bir çeşit modernlikti.Hatta haki yeşil,krem telefonlar yerine daha canlı renkte telefonların piyasaya çıkması da yine o dönemlerin marifetiydi.Evin her köşesine,duvara monte edilen minik PARALEL telefonlarla doldurma salgınını da unutmamak lazım.

Bir de telefonların,televizyonların üzerlerinde ille örtüler olurdu.Bu örtü işi o kadar abartılmıştı ki gırgırların saplarına,süpürgelerin,ütülerin,tavaların saplarına bile dantel veya orlondan kılıflar örülürdü.

Zaten dantelin altın çağıydı seksenler.Havlu kenarları,yatak örtülerinin kenarları her yer dantel kaplıydı.Kız çocuklarının önlük yakaları bile dantelden örülürdü.

Duvarlara asılan meşhur bir ağlayan çocuk vardı ki,bu çılgınlık otobüslerin arka camlarına,berber,terzi dükkanlarının duvarlarına kadar yayılmıştı.

Ayrıca,kendisinin,çocuğunun,torununun eşek kadar düğün veya nişan fotoğrafının da çerçeveletilip asıldığı duvarlar,gonglu pirinç kaplama duvar saatleri,acemi sokak ressamlarınca çizilmiş birbirinden kötü, taklit manzara tabloları hala gözümün önündedir…

Duvar süslemesinde bir de makromeler pek zirvedeydi.Evinde hiç makrome duvar süsü olmayan bile çocuğunun okulda elişi dersinde yapıp not aldığı ürünü duvarına asardı.Hele makrome saksı askılıkları…

Niyet edilip dikilen Peygamber Kılıcı bitkisinin uzayıp coşması niyetinin tutacağına,aşk merdiveni bitkisinin coşması da evdeki çiftin sevgisinin derecesine yorulurdu.

Uzun lafın kısası,bir evi kokoş,kalabalık ve boğucu göstermek için ne kadar detay olabilirse,o kadar tıka basa doluydu evler.Kauçuk çiçekleri,kocaman ahşap saksılarda deve tabanları,cam önündeki menekşeler ve evde gezinen köpek ya da beslenen balıklar kuşlar,evin kalabalıklığına seve seve katkıda bulundular o yıllarda.

Fiskos sehpaları yine bu yıllarda salgın haline geldi.Tabii fiskos örtüleri ve fiskos dantelleri de çerçevedeki yerini almakta gecikmedi.

Kanarya sesli kapı zilleri,nameli ve müzikli tebrik kartları,özel günlerde verilen müzikli kalpli kutular,bu hengamede pek de sezdirmeden giriverdi sosyal hayata.Kuş sevgisini o kadar abarttık ki seksenlerde,evinde muhabbet kuşu olmayanlara ucube gözüyle bakılıyordu.Kuşların da mutlaka isimleri,pıtır,bıcır,mıcır,ponpon....

Balkonlardan aşağı sepet sallamak,çok önceleri de başlamış olsa bile seksenlerde,insanları çarşıya gönderip şık bir sepet aldıracak kadar moda oldu.

Bir de Pazar arabaları giriverdi kadınların hayatına.Pazar çantaları taşımaktan yorulan kollar saldırıverdiler bu yeni akıma.Pazarlarda ayakların üzerinden geçirilen oraya buraya park edilip yolu tıkayan arabalar oldukça sorun yarattı alışveriş sırasında.

Oralet ve nescafe’nin sosyal hayattaki yerini alıp bir de tahtına kurulması da yine seksenlerde başlar.Kafelerde mütevazi öğrenci gençlik oralet ve tarçına itibar etmeye devam ederken,daha paralı olanlar nescafe,daha az parası olanlar da kakao içmeye başladılar.

Oralet adlı limonlu portakallı granül içeceğin iyi tarafı yazın soğuk kışın sıcak hazırlanabilmesiydi.Limonlu ya da portakallı kekler yerine limonlu portakallı oraletle yapılan kekler de seksenli yılların annelerinin birer icadıydı.

Ketçabın ve mayonezin de ,yeni yeni sayıları artan hamburgercilerle beraber gurme hayatımıza girmesi ve bir daha çıkmaması yine seksenlere denk gelir.

Hatta seksenlerin başında,yine bir mutfak olayı olmuştur ki ev kadınları da evin diğer sakinleri de bu işe bayılmıştır.

Önceleri kesilmiş ve soyulmuş tavuğun kasap reyonlarında yayılmasına bile yeni yeni alışan milletimiz,seksenlerde,tavuğun istediği uzvunu satın alabilme özgürlüğüne kavuşmuştur.

Böylece butu,göğsü paylaşamama yüzünden çıkan sofra kavgaları da son bulmuştur.

Teflon tavanın yaygınlaşması,yapışmaz tava adıyla tanınması suretiyle yine seksenlerin marifetidir.

Lise İngilizce ders kitaplarında yer alan omlet tarifiyle,yeni bir anlayış mutfaklara girmiş,sahanda yumurtadan omlete terfi eden mutfaklarda havada yanmaz tava üzerinde takla attırılan omletlerle güzel Pazar kahvaltıları hazırlanmıştır.

Yine kasede satılan ve donmayan margarinin de kahvaltı sofralarındaki yerini alması bir seksenler klasiğidir.

Sanırım ve yanılmıyorsam Rama markasıyla başlamıştır bu alışkanlık.

Vita yağlarından kurtuluş ve mısırözü yağıyla tanışma,mısırözünün daha sağlıklı olduğu salgını,çok emin değilim ama yine bu yıllara denk gelir.

Fırfırların,farbalaların,kupürlü mutfak önlüklerinin süslediği mutfaklarda bir detay daha vardı.Buzdolabı sapına mutlak surette elde örülmüş ayçiçeği,mısır,biber,patlıcan,domates figürleri asılırdı.

Mutlaka orlondan,mutlaka tığ işi.

Hatta bu orlon bezler ,bulaşık süngerleri çıkana kadar bulaşık bezi olarak da,banyo lifi olarak da oldukça kullanışlı ve yaygındı.

Orlondan örme mutfak önlükleri,yer paspasları,koltuk örtüleri,yatak örtüleri…hepsi rengarenk minik karelerden müteşekkil ve neredeyse bardak altı sürahi kapağı,bardak örtüsü olacak kadar arsız…

Hatta bu örme işi ve sebzelerin örgü kopyasını yapma takıntısı,arabaların arka torpidosunda yer alan karpuz dilimlerine kadar vardırıldı.

Sokaktaki her iki otomobilin birisinde karpuz dilimli orlon süsler ,diğerinde araba sarsıldıkça kafasını sallayan köpek oyuncaklar olurdu.

Mutfaktan söz açılmışken,kristal çay bardaklarının ,kristal su bardaklarının muhteşem hakimiyetinin başladığı yıllardır.

Her genç kızın çeyizinde,her çay partisinde,her altın gününde,her vitrin takımında yer aldığını bildiğimiz bu bardakların,bir de günlük kullanım için alternatifi olan üzeri çiçek desenli rengarek su bardakları vardı.

Vitrin takımı veya büfe denilen yemek odası takımlarında,içinden üçgen üçgen dantelli mantelli örtülerin sarktığı raflarda,kristal mutfak eşyaları,fincanlar,kristal gondollar,şekerlikler,su takımları falan sergilenirdi.

Vitrine evinin en değerli zücaciyelerini dizmek gerekirdi.Hayatta asla asıl amacı için kullanılmamış yaldızlı maldızlı bardaklar,kadehler,sadece vitrine koyulmak amacıyla satın alınırdı.

Ev ikramlarında,kısır,bisküvi pastası,patates salatası,fırından alınmış ekmek hamuru kızartması,Alman Pastası,ekler,profiterol,elvan gazoz,altın çağını yaşamıştır seksenli yıllarda.

Elvan Gazoz bana yine düğün salonlarını çağrıştırdı.

Düğünlerin veya her türlü orta sınıf eğlencelerinin en önemli süsü grapon kağıtları,kağıt fenerler ve balonlardı.Birisinin evde kutlayacağı doğum günü partisinde bile bu malzemelerden yapılma süsler doldururdu duvarlar arasına gerilmiş iplerin üzerini.Kağıttan fırfırlı düdükler,konfetiler…

Kağıt delgeçlerinin atık haznesinde biriken minik kağıt kırpıntılarından az mı konfetiler yapar ve savururduk partimizin en coşkulu anlarında,sonradan annelerimizin canımıza okuyacağını bile bile!

Seksenlere gelene kadarki yıllarda olduğu gibi seksenlerde de bir araba sahibi olmak çok havalı bir şeydi.

Arabaların içi evin hanımı tarafından bir çeşit şark evine dönüştürülürdü kısa sürede. Koltukların üzerinde kirlenmeyi önleyici kilim desenli örtüler,yastıklar,minderler,ön torpidoda rengarenk örtüler,torpido gözüne dizilmiş son çıkan kasetler,vites topuzuna takılmış ille bir tesbih,her aynanın üzerinde sallanan bir minik kuran,bir futbol takımı tesbihi,bir nazarlık.

Pikniklerden dönüşte ille arabanın bir yerlerine sıkıştırılan ağaç dalları,bitki nebatat…mahalleliye pikniğe gittik diye hava atmanın en kestirme yolu! Yukarıda da sözedilen karpuz dilimli el örgüleri,kafasını sallayan köpekler,egzost borusunun altından sarkan nazarlıklar…

Seksenlerin sonlarına doğru,arabaların tüm camlarına kumaş hayvan oyuncaklar yapışmaya başladı vakumlu plastikten ayaklarıyla.Hatta bu hiç bir işe yaramayan peluş ve kumaş nesneler,gençler arasında en ucuz ve en sevimli hediye formuna dönüştü kısa sürede.

Büyüğü küçüğü sarısı pembesi pek bir sevildi bunların.

Jeton atıp dev fanusun içinden kıskaçla yakalamaya çalıştığımız bu oyuncak manyaklığı bu gün hala bazı alışveriş merkezlerinde,çoğu kişinin nostaljik olduğunu bilmeden jeton attığı bir aksesuar olarak hala yer alır.