sağtık

MAKYAJ YAPMAYANI DÖVEN BLOGLAR

Amanın da amanın. 

Yahu bir kozmetik ürünüyle ilgili kafama takılan bir şeyi aramak için bir gogıllatıyım dedim de,ya rabbim ne de çok makyaj,kozmetik,giyim kuşam blogu varmış ve hepsinin de ne kadar fazla takipçisi var aneeeyy!!! 

Yurdum hatunlarının neredeyse üçte ikisinden bilem fazlası(simgesel olarak nasıl ifade ediliyor bu matematik tabiri?) kazandığı tüm parayı,kozmetiğe yatırıyor yeminlen.

Ben mi çok cahil kaldım,kezban modunda mı geziyorum acaba diye kendimden şüphelenmeye başladım.

Tam bir kozmetik cahiliyim,anlaşıldı,test edilip onaylandı. Kozmetik shoplarda gördüğümde ilgimi çekmeyen,ayrıca hediye bile edilse ne işe yarayacağını bilemediğimden muhtemelen Gülkafa'ya hediye edeceğim ikibin tane ürün sayabilirim size bu bloglarda sözü edilen... 

Bunları okuya okuya kafayı yersiniz valla benden size uyarı.(Gel vatandaş gel,onu okuma beni oku)

Benim makyajla ilişkim her zaman düzeyli olmuştur.Hiç laubali olmadık kendisiyle. Kirpiğe rimel sürülür. Göz üzerine kalem çekilir. Nemlendiricinin üzerine taş pudra pat patlanır. Gece ise siyah far sürülür. Gündüz ise açık kahve tonları o da belkii... 

Yanağa da azcıkın bronz tonlarda allık fırçalanır.Bittiiii... 

Ruj? yok! Parlatıcı? Sevmiyorum,yapış yapış oluyor. 

Gözaltı concealer falanmış,aydınlatıcıymış,allahım neler neler varmış da haberim yokmuş.

Yok kardeşim yok kullanmıyorum işte. Far fırçaları takımları gördüm,allık fırçaları takımları gördüm ülen bloglarda. 

Ruj fırçaları seti olan var.Şakada şukada fotoğraflamış ve yayınlamışlar. Şaka gibi şaka..

Ülen kadın,bu kadar şeyi sürüp sürüştürecek vakti nerden buluyorsun? 

Böyle bir blogun olduğu için takipçi sayına göre sana bir sürü firmadan da ayrıca onlarca deneme ürünü yağıyor,bir de onları kullanıp kullanıp yorumluyorsun. 

Bu arada normal hayatını da sürdürmen gerek. İşe,okula,git gel,akşam evinle uğraş,bu arada fırsat yaratıp onlarca ürünü dene,al,sür,sürüştür,bir de üşenme fotoğraf çek,sonra onları pc ye yükle.Sonra pc den bloga aktar,yorum cevapla,online alışveriş yap,gelen siparişleri kullan,onları da yorumla.

Ha tabii bu arada unutmamak gerekir ki,bu numunelerin de çoğu,firma ile aranı iyi tutmak adına sallamasyon ve abartılı yorumlarla göklere çıkartılıyor ki yok öyle bir şey.Her yoruma kanmayın.(yazar burda kamu hizmeti yaparak,cennete yaklaşmaktadır) İçime doğru daraldım vallahi. Koskoca hayatın içinde aslında ne basit bir ayrıntı. 

Rujlar,rimeller,ojeler,kapatıcılar,gerdiriciler,renklendiriciler,dolgunlaştırıcılar,parlatıcılar,belirginleştiriciler Hepsini alıp hepsini kullandıklarını farzediyorum diyelim; Herşeyi sürüp sürüştürdüklerini,harika,muhteşem,olağanüstü göründüklerini. 

Tamam. Güzel. E ama nereye kadar?

Okumak,kültürünü arttırmak,hayatın farkında olmak,içselliğini geliştirmek nerde kaldı? 

Şimdi kozmetik blog bağımlısı ya da yazarı iseniz,kızacaksınız bana,hatta birçoğunuzu takip de ediyorum ama takip etme amacım başka tabii o da başka bir yazı konusu belki. Nerden biliyorsun boyananların okumadığını,yazmadığını diyeceksiniz. 

Eh,öyleyse,kafası çalışan,hayatta söyleyecek bir şeyleri olan bloggerların bloglarındaki takipçi sayılarına bakın. 

Bir de moda ,makyaj ve açık saçık günlük hayatını yazıp duran kadın bloggerların takipçi sayılarına bakın. 

Ayrıca,en son kategorideki bloggerların en fazla da erkek takipçisi var,biliyor muydunuz? 

Canı isteyen istediğini okur,istediğini de takip eder,istediği konuyla ilgilenir,istediği kadar sürüştürür,alışveriş yapar.Bana ne tabii ki. Ama Türkiye'deki blog okuyucularının en fazla bu tür trend bloglarını takip ettiğini de biliyor muydunuz?

Ülkenin kültürel gelişmesini şablon aldığımızda,bu istatistiğin ne kadar acı verdiğini söylememe gerek var mı? 

(Şimdi benimle aynı fikirde olduğundan şüphem olmayan ARYA yı mimleyerek,bu konu hakkında bir yazı yazmak zorunda bırakıyoruuuumm..eheheeh,kötüyüm ben kötü) 


Neyse işte konumuza dönersekyüzünüzü güzelleştirirken,beyninizi ve ruhunuzu da ihmal etmeyin diyorum sadece ve huzurlarınızdan bir başka programda görüşmek üzere ayrılıyorum.Bizi izlemeye devam edin anacııım.

ORRROSSPUU CAROLİN

Hadii gözümüz aydın.

Uzun zamandan beri,bu kadar kemçük ağızlı bu kadar hain bir düşmanımız olmamıştı milletçe.

Bir zamanlar Erol Taş'ı sahnede taşlayan millet,çok yakında sokakta yakaladığı Carolin haspasını orta yerde linç etmezse ben de neyim.

Hele Ali deyyusu,bence sokağa,markete,ekmek almaya,gazete almaya bile çıkmasın yani. Nedir bu karrrdeşim,bu kadar yılan ikili bir araya gelir mi böyle? Dizide,Mete'den başka "erkek" de yok haa.

Ali,bir nolu orospu çocuğu.(Aman seni tenzih ederek söylüyorum Hasefe Teyzem.Kesin hastanede karışmıştır bu deyyus...ama öteki oğlun da ondan daha deyyus be yaa)

Ali'nin abisi Kemal,ikinci orospu çocuğu. Ülen iki kardeş de kuku kafalının tekiymiş.

Biri Hollanda kukusuna,öteki kara saçlı zebani kılıklı karısının kukusuna amma da bağımlıymış arkadaş!!! A-M kafalı herifler sizi.

Soner,üç nolu orospu çocuğu. Zenginim,piçim,ibneyim,pezevengin ta kendisiyim,param var,istediğim kızı paramla alırım.Hatta parasını öder ,dört nolu orospu çocuğu erkek kardeşime bile satın alırım,tribinde geziyor.

Lisenin müdürü beş nolu orospu çocuğu. İnci öğretmenin nişanlısı olacak göttenbacak,altı nolu orospu çocuğu.

Ahmet,(Berrin'inki) yedi nolu orospu çocuğu. Ulan insan söylemez mi ben evliyim diye.Şerrrefsiz köpek.

Resul,(sağcıların lideri) sekiz nolu orospu çocuğu.

Hakan,her ne kadar,Ahmet'ten çok daha cesur biri olsa da,o da dokuz nolu orospu çocuğu. Kıskançlık yüzünden adam satıyor resmen.

Hakan'ın babası,on nolu orospu çocuğu.Ulan insan,evladına,kursağında benim lokmam var,cebindeki parayı ben veriyorum diye konuşur mu,şişko buzağı.

Dizideki polisler ayrı orospu çocuğu.Hepsi emirleri,Ali Kaptan'dan alıyor sanki.

Hele şu son bölüme bir kaç orospu çocuğu daha eklendi,du bakali noolucek? Bunlar Zeytinli'deki ev diye,Teksas'a yerleştiler sanırım.Ya da Heidi'nin köyüne falan gittiler.

At üstünde,at hırsızı kılıklı değil bizzat at hırsızı adamlar,at hırsızlarını arıyan çingeneler,Aylin'i görünce durup "Anaa!...Burda karı var,kuku var" bakışı atan sürmeli at hırsızı falan.

Nooluyoruz lan?

Neresi orası?

Niye kimse gidip jandarmaya,polise neyin,şöyle şöyle adamlar bizi rahatsız ediyor demiyor?

Ali deyyusu,sürekli kancıklık yaparken,ne diye Cemile salağı da kancıklığa kancıklıkla cevap vermiyor,Osman'ı götürüp pzvnk babasına ve Suzan Avcı'nın Hollanda şubesi olan kemçük ağızlı Carolin'e teslim ediyor?Ne diye dürüst olmak zorunda? Ne diye sözünü tutmak zorunda ki? Cemilenin salaklığı baydı iyice haaa...Vermiyorum lan,sıkıyorsa mahkeme yoluyla al,yürrüüü taş arabası diye bağırsa hoş olmaz mıydı?

Hatta bir de orta parmak yapsa?

Sen Osman'ı değil,ancak üçün birini alırsın dese.Böylece Türkiye'deki en az yirmi milyon evde,milli takım gol atmış gibi aynı anda yaşaaaa diye çığlıklar alkışlar falan kopsa?

Ulan Ali haklı mıymış acaba bu geri zekalıyı bırakıp kemçük ağızlıya gitmekte ne?

Ali de acayip kötü arkadaş.

Başka dizilerde kötülerin hep geçerli bir nedeni olur,ne bileyim işte,toprak kavgası,namus kavgası,geçmişin intikamı falan zart zurt.

Ali yavşağındaki bu kötülüğün bu kötülük yapma isteğinin kökeninde ne var ben çözemedim.

Eni konu işte sonuçta senin ailen lan deyyus.Bağırırsın çağırırsın ama biraz zaman geçince insan dayanamaz falan yani. Yok! Bu yavşakta inadım inat,dötüm iki kanat. Neyin kuyruk acısıymış bu kadar kimse anlamadı.

Balıkçı amcayı da hiç anlamadım. Dizilerde falan böyle,şarapçı,balıkçı gibi kişilerin olmasının nedeni,bu gizli bilge kişilerin,dizi kahramanına akıl vermesi,Mevlana'dan,Tebrizi'den,tasavvuftan falan dem vurup,ona rehber olmasıdır.

Bu balıkçı,henüz yavşak Ali'ye hiç bir konuda rehber olmuş falan değil.Zaten dötü iki kanat olan Ali'nin de onu dinleyeceği falan yok. Eeee? Balıkçı figürü ne bok yemeye var bu dizide ben çözemedim.

Aile sözde birbirine bağlı falan ama,kimse kimseye de bişey anlatmıyor zaten anasını satiim. Aylin,ablasıyla bile bişey paylaşmıyor.Zaten paylaşsa ne olacak,Berrin kafayı, solcuya veremedim diye bozmuş...(Ki ilerleyen bölümlerde onu da yapar)

Aylin geçen bölümde Soner beni kardeşine istedi,dedi.Malak Berrin'deki tek tepki -Yaaa... demek oldu.Sonra döndü yattı,öküz.

Kafası Amina ile evli olan Ahmet'e takılı.

Bu arada,Amina,Filistine gidince adı Leyla oldu ya.Bir de uçak kaçırma hikayesi koydular şimdi.Sanırım Filistin Kurtuluş Cephesi'nin efsanevi kadın lideri Leyla Halid'e bir gönderme yapılıyor üstü kapalı.Ya da ileride üstü açık olarak bizzat Leyla Halid olduğu vurgulanır kimbilir?

Mete'ye gelinceeee. Evet bu çocuğun önü artık açık,bu çocuk çok yakında bir sürü ödül falan alır filmlerde,onu herkes anladı.Yani Aras Bulut'tan sözediyorum.

Mete'ye gelelim asıl. Şimdi tamam,Mete güzel oynuyor,bütün Türkiye Mete ile yatıp kalkıyor,Mete'yi konuşuyor ama,çocuğun rolünü bu kadar köpürtmeye,bu kadar bu karakterin üzerine gitmeye gerek var mı? Bu çocuk,ille bağıracak,zıvanadan çıkacak,ille "delibaş" mı olacak yani?

Bir güzellik yaşasa,azcıkın gülümsese,kardeşleriyle falan böyle beş taş,yakar top falan oynasa.İnci öğretmen kek,pasta falan yapıp getirse sıcak sıcak.Yerken Mete'nin ağzının kenarındaki kırıntıyı silse.Mete mutlu olsan bundan.Öğretmen gösterip gösterip geri çekiyor ya,Mete bir tek buna üzülse.

Cemile,şöyle bi zengin koca bulsa,böyle daracık bluzlar,pahalı ayakkabılar falan giyse.Ali'nin önünden süzülerek geçse,Ali bakakalsa.Kemçük de bakakalsa.

(Geçen bölümde,Cemile kocasına Köpeeeeek diye bir tokat attıydı ya.Erkan Petekkaya'nın oynadığı Köpek dizisi geldi niyeyse aklıma.)

Sonracıııma,Aylin Soner'in sünepe kardeşiyle evlense.Parasını verip aldığı karısına vurcam kırbacı vurcam kırbacı diye hayal kuran zengin hasta piçi,birden iyileşse.

Soner de uzaktan uzaktan Aylin'e bakıp,avucunu yalasa.Kendini fiskiye vursa.Süleyman ile dertleşe dertleşe ihtiyarlasa.

Berrin de bakanın oğlu Hakan'la evlense,o da zengin olsa.Aylin'le elele verip,paraları ile Ali'ye hayatı zindan etseler falan.

Böyle Türk filmleri gibi.

Keşanlı Ali'de miydi nerdeydi,hani Zilha karakteri vardı,mahalleye zengin kıyafetleriyle ve tasmalı köpeğiyle girince,herkes şaşkına dönüyordu da,o da köpeğine it diyenlere "Şamama kiiiim,sen kimsin,herkes haddini bilsin, o hiç senin küfün mü o bir güççük hanfendü" diye bir cevap veriyordu.İşte böyle köpekleriyle kemçüğün,Ali'nin,Mesude'nin,kılibik Kemal'in ve karısının önünden geçseler.

Ev yanarken öööööyle mal gibi bakan mahalleliye de nanik yapsalar.

Ülen o devirlerde,mahalleli normalde Ali'nin ve kemçüğün üzerine yürür,parça pinçik linç ederlerdi be anasını satiim.Hiç öyle reklam filmi çeken set ekibine bakar gibi bakacak mahalleli olur mu allahaşkına?

Coşkun Irmak hocam,bazen sahiden de coşuyorsun ha senaryoyu yazarken.

Efendim,uzun lafın kısası diyceem ama bu dizi bitmez,benim bu diziyi izlerken saydığım küfürler,ettiğim beddualar bitmez,dizideki mantık hataları,olasılıksızlıklar bitmez ama diziye bağımlılığım da bitmez.

Dizi sürdükçe,ben burdayım,vırı vırı vırı vırı.....kemçük ağızlıya bilimum hakareti,bedduayı,ahı aşağıya yazabilirsiniz ,allah kabul etsin.

HAYATIMIN İKİNCİ ERKEĞİ

Doktorun öngördüğünden tam bir hafta önce çaldın kapıyı.

Bir akşamüzeriydi ve hiç beklemediğimiz bir anda ilk işaretini yolladın.Daha o anda hissetmiştim sıcaklığını.Apar topar hastaneye yollandık ama daha bize merhaba demene çok vardı,bekledik.

Hayata,dünyaya,oksijene,görmeye,duymaya,koklamaya,hissetmeye,acıkmaya,ağlamaya uyumaya,uyanmaya…adım adım yaklaşıyordun her sancıda.

Tam yirmibir saat sürdü ilk sıcaklığını yolladığın an ile ilk çığlığını duyabilmem arasındaki süre.

Nihayet seni yanıma yatırıp giydirmeye başladıklarında,ince,güçsüz,cılız mırıltılarla kafanı benim olduğun yöne çevirerek ,anneni aranmaya başlamıştın bile.O güçsüz,o perişan halimin ortasına minicik,ela gözlü,kara saçlı bir hayat tılsımı gibi giriverdin.

Ve hayatımızın da ortasına.

Tam kalbine.

Seni tam yirmi dört sene beklemişim meğer,hiç bilmeden.Hiç farkında olmadan.

O yaşa kadar,o güne kadar,hep o badem gözlerle karşılaşmak,o eşsiz kokuyu içime çekmek,göğsüme bastırdığımda dünyada bir benzeri daha olmayan o sıcaklığını yaşayabilmek için beklemişim.Kimi,neyi beklediğimi bile bilmeden.

Kendinden vazgeçmek,sadece minicik bir can,minicik bir yürek atsın,yaşasın diye hayattan vazgeçebilmek neymiş bilmiyormuşum,seni tanıyana kadar.

Uykusuz kalmanın ,kolların kopacak hale gelene kadar bir bedeni kucağında sallamanın , bir tadı varmış.Anne diyecek dilin çözülmesini sabırla beklemenin,parmağımı kavrayan minicik yumru elin büyümesini,göğsümde beslenen ağzın bana sevgisini haykırmasını beklemenin,ayrı bir tadı varmış.

Hayatta değerli sandığım ne varsa o güne kadar bildiğim,hepsi yalanmış.

Hayatta,insanın bedeninin içinden çıkan bir başka bedenden daha değerli hiçbir şey yokmuş.

Dokuz ay boyunca bir vücudun içinde iki kalp olarak atmanın anlamı,değeri,başka hiçbir şeyde yokmuş.

Elinden tutup ilk adımını atmayı,kaşığınla kendi kendine beslenmeyi,bisikletinin pedalını çevirmeyi,ayakkabını bağlamayı,cikletinden balon yapmayı,yüzmeyi,çekirdeği kırıp içini yemeyi,dişlerini fırçalamayı öğrettiğim günleri hatırlayabiliyor musun?

Sense bana hayatın anlamını öğrettin oğlum,ne için yaşadığımı öğrettin.Bu o kadar değerli ki,sana öğrettiğim her şeyi öyle önemsiz kılıyor ki.

Ben olmasam da nasılsa birileri sana bütün her şeyi öğretirdi.

Ama sen olmasan,sen doğmasan,hiç kimse bana hayatın ne ifade ettiğini,bunca yıl ne için nefes alıp verdiğimi öğretemezdi.Anne kelimesinin yüreğimin içinde nasıl bir yankısı olabileceğini öğretemezdi.

Sen üzülme,sen hastalanma,sen ağrı çekme,sen zorluk çekme,sen uykusuz kalma,sen aç kalma,sen üşüme,sen terleme,sen başarısız olma,sen içinde ukdeler besleme,sen sırtından vurulma,sen mahcup olma,sen ezilme,sen hayallerini erteleme,sen umutlarını köreltme,sen sevdiklerinden vazgeçme….diye nefes alıp veriyorum,doğduğun günden beri.Becerebilsem de beceremesem de ,bütün varlığımla elimden gelenin en iyisini yapmak için uğraşıyorum.

Hayat işte buymuş.

Hayat,içinde yaşattığın canı,hayatla baş edebilme becerisine sahip olsun diye çabalamaktan başka bir şey değilmiş.

Doğdun ama hala içimde yaşayan cansın.

Hala kalbin bedenimde atıyor.

Bütün annelerinki gibi,bütün evlatlarınki gibi.

Hayatın boyunca hep yanında,hep arkanda olamayacağız.Ama sen bizim hayatımız boyunca içimizde,yüreğimizde yaşamaktan kurtulamayacaksın.

Biz seni değil,sen bizi büyütmüşsün meğer.

Sen bizi olgunlaştırmışsın,sen bizi İNSAN olmaya yaklaştırmışsın,sen bizi aklıselim sahibi,sağduyu sahibi,düzen sahibi,tedbirli,yetişkinler yapmışsın.

Sana borçluyuz bu gün sahip olduğumuz bu hayat bilgeliğini.

Baban ve ben.

Bu gün,on altı sene önce,babana ve bana nefesinle hayat verdiğin gün.

Aile olmanın ne demek olduğunu öğrettiğin gün.

Bu gün,henüz yaşı küçük ama kafası ve yüreği kocaman kankamın,sırdaşımın,yol arkadaşımın,dostumun,öğrencimin,öğretmenimin,hayatımdaki ikinci erkeğin…

Oğlumun doğum günü.

Ve benim de.

Hayata başka bir gözle yeniden doğduğum için.

Bu yüzden adın Doğuş…

Yeniden seninle doğuşumuzun anısına.

Bize kazandırdığın yaşam artıları,hayatın boyunca yolunda dizili dursun oğlum.

Bize kattığın her değer,hayatının sonuna kadar senin yoldaşın olsun.

O sıcacık ellerini hiç bırakmayacak hayat arkadaşını bulana dek,hayat arkadaşın olmaktan hiç vazgeçmeyecek olan,annen,sana bütün yüreğiyle İYİ Kİ DOĞDUN diyor…

İstanbul Hatırası/Ahmet Ümit

Dan Brown sever misiniz?

Ben bayılırım.

Ülkemizde ikinci sırada yayınlanan ancak yazarın DaVinci Şifresi’nden daha önce kaleme aldığı romanı Melekler ve Şeytanlar’ı okudunuz mu?

Ben okudum.

Beğendiniz mi?

Ben bayıldım.

Seneler önce,lisede okurken,ne olmak istediğim sorulduğunda,Arkeolog derdim.O olmazsa,sanat tarihi okuyacağım,diye hayal kurardım.Sonra her ikisi de maddi yönden tatmin getirecek meslekler olmadığından,vazgeçip Sinema-Televizyon okudum.

Arkeolojiye,tarihe ve sanat tarihine merakı olanlar için,Dan Brown’ın yukarıda adı geçen iki eseri de,ayrıca yine bu ikisi kadar başarılı bulmadığım Kayıp Sembol de,sanat tarihi ve arkeoloji merakınızı son damlasına kadar tatmin edecek eserlerdi.

Yazar,Avrupa’daki gizli örgütleri,sanat yapıtlarının içine gizlenmiş gizli şifreleri,örgütlerin inanışları doğrultusunda belli bir amaçla dikilmiş anıtları,her biri birer kripto gibi sırlarla bezeli tarihi sanat yapıtlarını romanın içine başarıyla yerleştirmiş ve okuyucuyu nefes kesen birer macera içinde ince ince eğitmişti,hiç sıkmadan.Okuyucu bu zengin sanat tarihi öğretisi içine girdiğini bile fark etmeden yüzlerce veri ile bilgilenmiş olarak bitirmişti romanları.

Ahmet Ümit,son derece akıllı bir şey düşünmüş.

Dan Brown bize romanlarında Avrupa’nın mimari sanat tarihini tekrar hatırlatırken,İstanbul gibi zengin bir tarihi geçmişe sahip bir kentin de aynı biçimde romanı yazılamaz mı?

Yunanlılar,Romalılar,Latinler ve Osmanlı’ların elinde yüzlerce,binlerce saheser anıta yuva olmuş bu kentin romanı,yazarın usta kurgusu ile harika bir serüvene dönüşmüş.

İçinde yaşadığımız kenti ne kadar az tanıdığımızı da bu romanda anladım.

Roman,tıpkı Da Vinci Şifresi’nde olduğu gibi bir cinayet ile başlıyor.Sonra Melekler ve Şeytanlar’da olduğu gibi,kahramanlarımızın tarihi yapılar ve anıtlar içinde şifre çözmeye çalışmalarıyla devam ediyor.

Yedi önemli yapıt,yedi önemli tarihi kişilik,yedi gizemli cinayet,yedi farklı döneme ait sikke,yedi kurban.

Babacan ve zeki bir başkomiser.

İki sevimli yardımcısı.

Bir müze müdiresi.

Bir sivil örgüt kuruluşu başkanı.

Bir turizm şirketi sahibi.

Ve diğerkarakterler.

Komiser Nevzat ve yardımcıları,yedi güne sığan yedi gizemli cinayeti çözmeye uğraşırken,İstanbul’un tarihi yarımadası içinde polislerle köşe kapmaca oynayan gizemli katil veya katiller,ekibimizi, Bizans’ın ilk kurulduğu çağlardan,Sultan Süleyman dönemine dek ,tarihi bir yolculuğa çıkmak zorunda bırakıyorlar.

Yer yer,yazar,tarihi mekanlar hakkında okuyucuyu bilgilendirmek amacını biraz abartarak, başkomisere tarihi bilgiler veren kahramanları, gereğinden fazla konuşturma hatasına düşmüş.

Yani bir tarihi olay anlatılacak ama bu olayı anlatacak kişi,sorulmadan,takır takır konuşmaya başlamış.

Bir müze müdiresi bu kadar ayrıntılı ve geniş bir tarihi, bu kadar ezberden,bu kadar hatasız nasıl aklında tutar? Bilirkişi olarak nasıl bu kadar fazla detay sayıp dökebilir,diye düşünmeden edemiyor insan.

Aynı şekilde,turizm şirketi sahibi Adem Yezdan karakteri de hiç sorulmadan,hiç gereği yokken patır patır tarihi olaylar veya tarihi kişilikler hakkında saydırıp döktürüyor.

Yazarın ,elindeki envanteri, romanda kullanmak için ,ikincil kahramanları fazla konuşturmuş olması hemen dikkatinizi çekecek.

Yani olayın o anki kurgusu içinde,hiç gereği olmayan bilgilendirmeler geçiyor ve bunların dikkat çekecek kadar fazlası gönüllü anlatıcıların ağzından dökülüyor.

İlle o bilgi verilecekse,sözü edilen eserlerin de olay kurgusu içinde önem kazandırılması gerekirdi.

Bir insan hiç sorulmadan,hiç konusu olmadığı halde takır takır tarih bilgisini dökmeye başlamaz ki normal hayatta.

Kazara bir eski sarayın önünden geçtiğinizde,yanınızdaki müze müdiresi birdenbire size o sarayın tarihini tüm ayrıntılarıyla anlatmaya başlamaz ki.Üstelik cinayetler ve bağlantılı mekanlar ile hiç bir ilgisi yokken.

Bu gayrıdoğal diyaloglar,romanın inandırıcılığına biraz gölge düşürüyor tabii.İnandırıcılığı derken,belgesel yanını zaten sorgulayamayız,karakter inandırıcılığından sözediyorum.

Bu kadar ciddi ve seri cinayetler işlenirken,başkomiser Nevzat dışında hiçbir ekibin bu olayda görevlendirilmemesini garipseyebilirsiniz de benim gibi.Ya da bir olay yerine bırakılan sikkelerin,sikke kayıt defterlerinin yani delillerin,başkomiserin elinde,cebinde rahat rahat gezdiriliyor olmasına da şaşırabilirsiniz tabii ama romanı öyle sevdim ki bu kusurları görmezden gelmeyi yeğledim.

Kurbanların ellerine ve ayaklarına neden ok biçimi verildiğini ve bir sonraki cinayetin yerini neden işaret ettiğini de kitabın içinde açıklamaya gerek görmemiş yazar.Merak ortada bırakılmış.

Katil veya katillerin cinayet sebepleri de biraz zayıf bırakılmış gibi geldi bana.Bir değil,iki değil,üç değil…tam yedi kişi.

Üstelik cinayetlere sebebiyet veren olay yada olaylara baktığınızda,daha fazla insan öldürebilirdi pekala diyorsunuz,neden BU yedi kişi?

Radikal islamcı Ömer'in hikayesini okurken de, neden bu romanda bu karakter var,diye düşünmeden edemedim.Satır aralarında,başka dinden okuyuculara,islami terör örgütleri hakkında bir alt bilgi vermek istenmiş de olabilir elbette.

Ama yine de tarihe ve arkeolojiye ilginiz varsa,son derece zevk ile okuyacağınız,oldukça fazla kaynaktan beslenmiş,hiç bilmediğiniz efsaneler ve hiç duymadığınız olaylar hakkında fikir sahibi olabileceğiniz,kültürel yanı oldukça ağır basan bir roman.

Kitabın sonuna kadar katilin kim olduğunu ben de çözemedim.Sonuna doğru,henüz komiser bir şeyin farkında değilken,okuyucuya biraz ipucu vermiş yazar.Dikkatliyseniz,çözersiniz.

İnsanda buruk bir hüzün bırakacak bir son.Şaşırtıcı ama okuyucuyu doyuramayan final.

Aşkın,dostluğun,çıkar ilişkilerinin,geçmişten kopamamanın,para hırsı ile değişen insanların,radikal dincilerin,eylemci sivillerin,sessiz İstanbul’un,martıların,denizin,tünellerin,kubbelerin,taşların …hepsinin ayrı bir dili var bu romanda,okurken hepsi sizinle teker teker konuşacak.

Ahmet Ümit, bir röportajında , “Artık gece başımı yastığa koyduğumda rahat uyuyorum. Çünkü İstanbul adına bir şey yaptım” demiş.Keşke kitabın içine,o meşhur kartal başı şeklindeki Sultanahmet Yarımadası haritası da eklenmiş olsaydı.Keşke sözü edilen tüm mekanlar o haritada minyatür şekilleriyle gösterilmiş olsaydı.

Kitap bittikten sonra internetin başına geçip,adı geçen tüm tarihi kişilikleri ve mekanları araştıracağınıza bahse girerim.Böyle bir harita olsaydı,okurken biraz olsun yön ve mekan ilişkisini kurmakta yardımcı olurdu çünkü herkes İstanbul’da okumayacak bu romanı.Herkes gözünde canlandıramayacak bir anıtın kuzeyinde ne var,doğusunda neresi var diye.

Yakında film olarak da çekilebilir,son derece görsel bir yanı var çünkü.

Benim başkomiser rolüne adayım Tarık Akan.

Yardımcısı Ali için de Nejat İşler canlandı kafamda.

Müze Müdiresi Leyla kafamda hep Zuhal Olcay olarak konuştu.

Evgenia ise Candan Erçetin.

Son bir soru:

Neden bu tip polisiye eserlerde,başkomiserler ya da komiserler,hep ailesini,kendi mesleği yüzünden bir kazada kaybetmiş karakterler olur?Üstelik hep karısı ve tek çocuğudur ölen.Hiç iki çocuğundan biri ölmüş biri yaşayan,ya da üç çocuğu birden ölen komisere rastlamadım.Film kahramanı bile olsalar,aynı şey.Neden hüzünlü geçmişlerine mutlaka tek çocuğunu ve karısını aynı anda kaybetmek faciası yerleştiriliyor.Mutsuz kahramanlar daha mı çok sevilir?

Yakın zamanda size kitaptan öğrendiğim pek çok İstanbul gizemi hakkında başka bir yazı yazacağımdan hiç şüpheniz olmasın.

Ceyla Gölcüklü'nün ardından

Ölüm haberi medyada çıkana kadar benim gibi olanların,yani sanat ve sosyete dünyasına ilgisi sadece okuduğu gazetenin magazin ekine göz gezdirmekle sınırlı olanların yolda görse tanımayacağı bir isim. Dönüp dönüp baktıracak kadar güzel bir kadın. Üstelik de zengin,kendi çevresinde oldukça da tanınmış. Genç ölümler her zaman ilgi çeker. Bir de trajik ölümler. Cinayetle,kaza ile,intihar ile ya da böyle genç yaşta yakalanılan bir hastalık ile gelen ölümler. Allahtan rahmet dileriz elbette.Sevenleri için de sabır. Bizim milletçe kurtulamadığımız bazı dertlerimiz vardır. Birincisi,milli olarak aşağılık duygusu içindeyizdir. Türkiye herhangi bir uluslararası platformda adı geçecek bir olaya karıştığında,bunu büyütür,abartır,tüm dünya,hatta tüm kainat bizden sözediyormuşcasına ayağa kalkarız. Tarihimizle övünürüz.Kanuni'nin Viyana kapılarına kadar yayılmasıyla,Avrupa'yı bir zamanlar topraklarımıza katıp sömürge etmişliğimizle övünürüz ama bu günkü siyasi olaylara baktığımızda,Amerika'yı,İsrail'i falan topa tutarız,pis işgalciler,pis sömürgeciler diye her fırsatta kinimizi kusarız. Kürtleri,alevileri,gayrimüslimleri ezer,her fırsatta nefretimizi kusar,sonra Avrupa ülkelerinde Türkler'e yönelik en ufak bir eleştiri veya protesto hareketi duyduğumuzda milliyetçiliğimizi depreştirir,ülkecek ayağa kalkarız.Protesto yürüyüşlerine,gösterilere kadar vardırırız işi. Kendi ligimizde,kendi özbeöz Türk takımlarımıza,rakip oldukları için ana avrat küfür eder,taşlı ve döner bıcaklı saldırılarla taraftarlar olarak birbirimizi katleder,milli bir maçta Türk sporcusuna ters bir hareket çeken yabancı sporcuyu ise gördüğümüz yerde öldürecek kadar ileri gider,ana avrat küfrederiz. Yine milli hastalıklarımızdan birisi de nazara,göze olan inancımızdır.Pagan dönemlerimizden kalma bu genetiğimize işlemiş kodlar nedeniyle,başımıza gelen her kötü olayı,sevmediğimiz kişilerin gözü değdi,nazarı değdi diye yorumlarız. O sevmediğimiz kişinin başına bir iş geldiğinde ise,ona asla nazar falan değmiş olamaz.O kötüdür ve kötü olduğu için de Allah onun cezasını böyle vermiştir. Başımıza iyi birşey geldiğinde,kendi başarımız,kendi gücümüz olduğunu varsayarız.Sevmediğimiz o kişinin başına iyi birşey geldiğinde ise,ee naapalım gün kötünündür,allah çirkin şansı versin işte,deyip gerçeklerden yüzçeviririz. Ceyla Gölcüklü'nün ölümü ile ilgili gazete haberlerini okuyorum. Haberlerin altlarında,haber sitelerinin okuyucu yorumları olur bilirsiniz. Yorumlara baktıkça,insanların hala ne kadar acımasız,hala ne kadar haset,hala ne kadar duyarsız olabildiklerini esefle,sıkıntıyla gözlemliyorum. "Bu kadar zenginliğin içinde,Allah'a bir kere bile şükretmezsen olacağı budur işte" diyor bir yorumcu. Bu kadar sığ bu kadar düz mantık...ne mantığı,MANTIKSIZLIK olabilir mi?Şükrederken her defasında sana telefon açıp haber verecekti değil mi? Hem sabah akşam şükredenler ölmedi de şükretmeyenler öldü öyle mi? "Allah bu zenginlere hep böyle ceza veriyor işte,ne Sabancı'lar,ne Özal'lar ne Garih'ler gitti,pisi pisine.M.Ali Erbil de onca parasının içinde hastalıklarla uğraşmıştı.Allah herkese hayırlı zenginlik versin" demiş bir başka yorumcu. Yani diyor ki,zengin olmak ceza gerektiren bir suçtur ve Allah bu suçu mutlaka cezalandırır.Fakirlik,sıradanlık,Allah'ın övdüğü bir şey oluyor bu durumda. "Onca servet,para pul insan ömrünü uzatmıyor işte,kimbilir kimlerin ahını aldı,genç yaşında gitti" diye yazmış daha acımasız olan bir başka yorumcu.Ah alan binlerce patron,işveren,binlerce hırsız,binlerce cani,katil,sübyancı sapık,hapishanelerde çatır çatır domuz gibi sağlıklı yaşıyor ama?Bin ah bir insanı mezara götürüverirmiş yalanına kim inandırdı seni böyle? Ölüm'ün,hastalıkların,insan yazgısının,insan doğasının bir parçası olduğunu neden kabul etmek istemiyoruz?Miniminnacık yaşında öldürülen,tecavüz edilen yavrular kimlerin ahını aldı peki,bunun cevabı ? Milli hastalığımız dedim ya,her musibette, o kişinin bir suçu olduğuna inanmak. Bu musibetin o kişinin kötü biri olmasından kaynaklandığına şartlanmak. Sevmekle nefret etmek arasına kocaman katı çizgiler çekiyoruz ve çoğu kez tercihimizi nefretten yana kullanıyoruz. İmrendiğimiz,kıskandığımız hayatları kötülersek ve çamur atarsak,kendi hayatlarımızın katlanılabilir ve güzel olduğuna inanabiliyoruz çünkü.Kainatın en ilkel savunma mekanizması. Haberin bir başka tarafı da,şimdi insanların deli gibi,kendilerindeki en ufak bir hazımsızlık,şişkinlik belirtisini,pankreas kanseri şüphesi içine oturtmak. Herkes şu ara bunu konuşuyor. Sanki,gizli bir bulaşıcı hastalık varmış,kimse keşfedemediği için Ceyla Gölcüklü'nün vefatına sebep olmuş,şimdi onun gidişi ile hastalık tüm dünyaya yayılacakmış gibi bir korku sarmış milleti.Herkes kendisinde gizli bir kanser olabileceği korkusu içinde. Niye? Zengin bile çare bulamayıp gittiyse,kimbilir bana neler eder bu hastalık,diye paçalar tutuştu. Milli gururumuz Dr.Öz de kansere yakalandığı haberi ile gündeme oturduğunda,insanlar çılgın gibi tahlile,tetkike koşmuştu.O bile yakalanmış,demek ki ben çok rahat yakalanabilirim... Daha düne kadar ne de olsa Türk kanı taşıyordu,kansere yakalanınca,kimbilir o Amerika'larda ne acayip şeyler yedi vah vah,falan oldu. Herkesin,her-ke-sin,yaşamaya,hastalanmaya,ölmeye,üzülmeye,sevinmeye,mutlu olmaya,mutsuz olmaya,senin kadar hakkı var ey yurdum insanı. Ölüm,zengin olmayana çabuk,zengin olana geç geleceğim diye senet yapmış mı kimseyle? Bu milli pislik atma hastalığından muzdarip olduğuna yan sen asıl. Bunun tedavisi de yok üstelik.Tamamen genetik....