sağtık

TİYATROYU NEDEN SEVMİYORUM?

Vandal falan değilim.Tiyatrodan nefret edecek kadar çok tiyatro eseri izledim.Üstelik üniversitede sinema üzerine de eğitim aldım.Gösteri sanatlarıyla yorum yapabilecek kadar haşır neşir oldum yani. Tiyatroyu sevmiyorum çünkü çok abartılı.Abartı içeren hiçbir şeyden hoşlanmadığım gibi, -mış gibi,-miş gibi yapmak ve yapanları izlemek de aynı derecede ilkel ve sıkıcı geliyor. Salon büyük sahne uzak olduğundan ,tiyatroda abartı bir gereklilik.Makyaj abartılıyor ki mimikler görülebilsin.Mimikler abartılıyor ki en uzaktaki seyirci bile görebilsin.Sesler abartılıyor ki yüzünü göremeyen,mimiğini okuyamayan seyirci sesden anlasın hangi duyguda söylediğini.Jestler abartılıyor ki yine aynı şekilde uzakta oturan seyirci ne yaptığını anlayabilsin. Haaa…demek ki neymiş,tiyatroda seyircinin oturma uzaklığıyla alakalı bir anlaşılma sorunu varmış. Tiyatronun tarihi çok eski.Tabii ki sinemanın henüz keşfedilmediği zamanlarda topluca gidilecek tek eğlence tiyatro imiş.Bir de konuya tiyatro yazarları tarafından bakın tabii,matbaanın olmadığı,düşüncelerin,eleştirilerin,görüşlerin insanlara kolaylıkla yayılamadığı dönemden.Elbette ki tiyatro bir takım şeylerin ortaya dökülebildiği hemen hemen tek yol. Ayrıca oyuncular tarafından bakın yine.İçinde rol yapma güdüsü ve hatta yeteneği olan oyuncular tarafından.Nerede dökecek bu tutkusunu seyirciye?Nerede alkış alacak yeteneğinden dolayı? Yani işte yoksunlukların olduğu dönemlerde tiyatro iyiymiş güzelmiş. Ama sanat gelişti,teknik gelişti,insanların beklentileri değişti. Sinemada bir oyuncunun yüzünü bilmem kaç mikron büyütülmüş halde görmeye alıştı gözler.Oyuncu o kadar yakın plan gözleriyle,mimikleriyle oynayabildi ki,gerçekten o rolü yapıp yapamadığını hemen anlayıverdik.Sesini yükseltmesine,abartılı jestler yapmasına gerek kalmadı.Gerçekten oynayabilen,sinemada yüzünü konuşturdu,mimiklerini konuşturdu başka hiçbir abartıya gerek olmadan. Ayrıca gerçeklik duygusuna da alıştık sinemayla.Her türlü bilim kurgu filmini sanki gerçekmiş gibi izleyebiliyor ve hiç yanılsama,yabancılama gibi duygulara kapılmıyoruz.İki tahta perde üzerine ev dekoru çizilmiyor sinemada.Gerçeği,gerçek evi izliyoruz ya da gerçekmiş gibi setlerde yine gerçek duygusundan asla kopmadan gerçek zannediyoruz. Tiyatro artık miyadını doldurdu kanımca.Yani kullanma süresini,yani geçerliliğini,yani inandırıcılığını.Bu gün neden hala Karagöz Hacivat izlemiyoruz,neden artık Nasreddin Hoca fıkralarına gülmüyoruz,Keloğlan bizi eğlendirmiyor,Orta oyunundan neden artık zevk almıyoruz,tipik Ramazan eğlencelerinde bile gülümsetmiyor? Bunun cevabı benim tiyatroya bakış açımla aynı. Tiyatro oyuncuları nedense hala Türkiye’de dokunulmazlıkları olan kişiler olarak algılatılıyor zorla.Tiyatrocular,bir talk şov programına katıldıkları zaman normal sanatçılardan çok daha fazla saygı görüyorlar.Neden? Evet merak ediyorum neden? Abartılı makyaj abartılı mimik ve abartılı jestlerle olmayan bir yerde varmış gibi yaparak uzun oyunları uzun tekstleri ezberleyebiliyorlar diye mi? Sadece ezberden bir şeyler oynayabilmek mi üstünlükleri?Ezber kuvvetleri mi yani başka sanatçılara fark attıran? Nedir? Eğer buysa,bale de opera da birer gösteri sanatı oldukları halde çok azınlıkta kalan bir hayran grubu var,hatta operadan nefret ederim,baleden çok sıkılırım demek her nedense anlayışla karşılanırken,tiyatrodan hiç hazzetmem demek Türkiye'de niçin hala bir tabu gibi görülüp ayıplanma,sanattan anlamama hatta vandallık olarak yorumlanabiliyor? Sinema sanatçısı neden onlar kadar aferin almıyor?Neden çocukları hala bu ilkel sanatı görmeye,desteklemeye ve alkışlamaya güdülüyoruz?Tiyatro sahnelerinde argo kullanılmıyor diye mi?Daha steril,daha korumalı diye mi?Hiç de değil,ne özel tiyatrolarda argonun küfürün bini bir para gidiyor.Örnekse Nejat Uygur tiyatrosu ve oyunları işte. Nedir peki tiyatroyu hala bu gerçeklik çağında bu kadar el üstünde tutulmaya zorlayan sebep? Neden mesela Hamlet’in sinemadaki bire bir hayaletli konuşmalı şatolu matolu sinemasını seyretmek yerine,abartılmış repliklerle tiyatroda izlemeyi tercih edeyim?Bana tek bir mantıklı sebep söyleyin? Şimdi bir de hayatında bir dize olsun şiir bile ezberlememiş insanların rol aldıkları özel tiyatrolar moda oldu.Eskiden gazinolara gidilirdi sanatçıyı görebilmek için şimdi mankenleri,şarkıcıları görebilmek için mi gidiliyor bu tiyatrolara?Yoksa alkış tutkunu insanlar,alkış bağımlısı insanlar hala bu bağımlılıktan kurtulamadıkları için mi tiyatro pohpohlanıyor yüceltiliyor hala? Senden oyuncu moyuncu olmaz diye tiyatro okumalarına izin verilmeyen kişilerin hikayelerini okuyoruz basında.O kişiler TV dizilerinde,sinema filimlerinde oynadıkları zaman görüyoruz ki gayet de güzel oynuyorlar hatta gerçekten oynuyorlar çünkü mimiklerini seslerini gayet yakından ve gayet doğal şekilde bağırmadan görüp duyabiliyoruz. Bir de şu var,tiyatro eğitimi almış kişiler,TV dizilerinde oynadıkları zaman,röportajlarında falan diyorlar ki ben bu işi para kazanmak için yapıyorum ama asıl aşkım tiyatro.Yahu niye?Bunu söylemeyince aşağılanmış mı oluyorlar,camiadan mı dışlanıyorlar nedir? Tamam konservatuarlar açık kalsın,oyuncu yetiştirsinler harikulade,buna bir şey demiyoruz da,ille de mezun olduktan sonra tiyatroda çalışmasınlar be kardeşim. Tiyatro eğitimi alıp sinemaya geçtiler diye de aforoz edilmesinler. Alkış bağımlıları,rol yapma tutkunları kendilerine sinema teklifi gelsin diye bekleyemeyecek kadar sabırsızlarsa,elbette bir oyun sahneleyecekler içlerindeki tutkuyu dizginleyemeyerek,tamam da,niye çocukları tiyatroya gitmeye zorlar Türkçe öğretmenleri,niye ha niye? Çok özel danslı müzikli gösterilere hiç bir şey diyeceğim yok çünkü sahnede dans gösterileri izlemeye de bayılırım.Hatta senaryonun konusu aslında bir hiçtir amaç aslında güzel danslar izlemektir benim açımdan.Bunun dışında hele ağır melodramlı,ağdalı konuşmaları uzayıp giden,dekorları,ışıkları gerçeklik görüntüsünden oldukça kopuk -Miş gibi –mış gibi yapılan bir sanat dalının kime ne faydası var?

DERSİMİZ POHPOH KONU BAĞIMLILIK

Kiminiz buna pofpof demeyi yeğlese de ben doğru kullanım şekli olan pohpoh’u kullanacağım.Yalakalık bağımlılığı da diyebilirsiniz. Sigara,alkol,kumar,hırsızlık,yalan gibi bağımlılıklar arasında sıkışıp gitmiş,kimsenin dikkatini celbetmeden sinsi sinsi hem bağımlının hem de çevresindekilerin hayatını içten içe çürütüp bitiren bir bağımlılık bu.Yukarıda adı geçen bağımlılıklar her nedense zararlı kabul edilip bir psikiyatr veya psikologdan yardım almaya değer bulunsa da pohpoh bağımlılığının ne yazık ki henüz toplumda tanınmış bir ayrıcalığı yok. Aslında bu hastalıktan muzdarip olanlar etrafımızda o kadar çoklar ki,onları bir şekilde içimize sindirip öylece kabul ederek bir şekilde doğal davranış biçimi olarak algılamayı yeğler olmuşuz. Şöyle bir çevrenizdekileri düşünün.Birazdan okuyacaklarınızı,çevrenizdekilerden en az birisinde gözlemlememiş olma ihtimaliniz yüzde bir iki…garanti veririm.Eğer okuyacaklarınızdan rahatsız oluyor iseniz o halde kendi bağımlılıklarınızı da bir kez daha gözden geçirin derim. Bu tipler ,her şeyden önce,aşırı derecede giyim kuşam hastasıdırlar.Deli gibi moda bağımlısı olup,bir önceki sezon aldıklarını yeni sezonda giymeyi son derece aşağılayıcı bir şey olarak kabul ederler.Her yeni sezonda mutlaka o senenin trendlerini üzerlerine yansıtacak bir iki aksesuar,birkaç ayrıntı sahibi olurlar. Kişisel bakım olayını biraz fazla abartanları da vardır.Sürekli saçı başı,kaşı gözü,bıyığı sakalı kılı tüyü ile uğraşıp dururlar. Bir oratama girdikleri zaman tüm gözlerin üzerlerine çevrilmesine o kadar takık durumdadırlar ki,Allah vergisi bir cazibeleri varsa ne ala,ama yoksa,işte o cazibeyi ne yapıp edip kul eliyle hazırlamak takıntısından asla kurtulamazlar. Kahkahaları abartılıdır,gülmeleri,konuşmaları,dansetmeleri,yerken veya içerken bir şeyleri mutlaka ama mutlaka abartı içerir.Sosyal davranışlarından birisi mutlaka abartılıdır çünkü etraftakilerin bir şekilde bakışlarını üzerine toplamaktan aldığı hazzı başka hiçbir şeyden almaz.Yüksek sesle konuşmak,yüksek sesli müzik dinleyerek çevresindekilere de zorla dinletmek,yüksek sesle telefon görüşmesi yapmak,yüksek sesle gülmek,yüksek sesle ağlamak….Bunların birini veya bir kaçını mutlaka ama mutlaka yapar. Şimdi bir de bunların iki tipi vardır,ya çok sosyal olanı ya da aşırı asosyal olanı. Çok sosyal olanı daha kalın hatlarla kendisini gösterirken aşırı asosyal olanını topluma kaynaştırmak için onu biraz pohpohlamanız yeterli olacaktır. Topluluk içinde ilgiyi üzerinde hissedemeyecek olurlarsa, a)Sinir krizi geçirmek üzere olduğundan,suratını asıp oturur. b)İlgiyi üzerine çekememesinin nedenini o günkü saç modeline,elbisesine,parfümüne,kıyafetinin zayıflığına bağlar ve ilk fırsatta bunun intikamını almak için bir dahakine elinden geldiğince abartı takılacağına kendi kendine söz verir. c)Mutlaka etraftan birisi veya birileri onu çok ama çok kıskanıyordur ve kıskançlıktan onunla ilgilenmemiş gibi yapmaktadırlar!!! d)O gün kendisini çok kötü veya çirkin hissettiğini söyler durur ki etrafındakiler tersini söyleyerek ona iltifat etsin,pohpoh krizi biraz hafiflesin. e)Ya da tam tersi o gün ne kadar muhteşem olduğunu anlatır,oraya gelene kadar kızların ya da erkeklerin kendisine nasıl yiyecekmiş gibi baktıklarını anlatır.Kimlerden ne gibi iltifatlar aldığını söyler durur. Pohpoh bağımlısının takıntılarından biri de budur zaten.Mutlaka etrafında birileri vardır onu deli gibi kıskanan.Elbette herkesin çevresinde onu kıskanan fesatlanan birileri olması doğaldır ama pohpoh bağımlısı,kendisinden biraz daha fazla ilgi çeken kim varsa onu kafasında bir nolu düşmanı ilan eder ve etrafındaki herkese o kişinin kendisini kıskandığını ispatlamaya çalışıp durur. Yine çevreden biraz az ilgi aldığı bir günündeyse, ya da o gün kendisini çok muhteşem bulduğu halde kimseden beklediği ilgiyi iltifatı alamamışsa,o,mutlaka o gün bir yerlerine ağrı saplanan kişi olarak etraftan ağrı kesici falan gibi şeyler ister durur ve nazara geldiğini iddia eder. Zaten nazara aşırı inanır ve her yerde ve her durumda kıskanılacak kadar muhteşem olduğunu düşündüğünden,başına gelen her aksiliği nazara yorar.Hatta kimin nazarının değdiğini bile söyleyebilir! Hatta hatta bir zamanlar ne kadar harika göründüğü veya ne kadar muhteşem şekilde başarılı olduğu bir dönemde kimin gözü nazarı yüzünden başına neler gelmiş olduğunu anlatır anlatır anlatır. Kimseye ama kimseye iltifat etmez.Sürekli iltifat kabul eder ama çok beğendiği bir şeyi asla karşısındakine beyan etmez.Onun görüş bildirdiği tek bir durum vardır.Karşısındakinde bir kusur gördüğünde dayanamaz hemen yapıştırıverir.Ya kilo aldığını,ya yaşlandığını,ya yorgun ve kötü göründüğünü,ya karşısındakinin makyajının aktığını,ya kötü koktuğunu,ya saç modelinin kötü olduğunu patadanak söyleyiverir. Aslında zaten en çok dış görünüş ile alakalı olduğundan,uzun zamandır görmediği birisiyle ilk kez karşılaştığında ona ilk sarfedeceği cümlelerden birisi ya yaşlandığı,ya kilo aldığı,ya yıprandığı,ya kelleştiği ya da başka bir olumsuzluğu olur. Pohpoh bağımlısını sürekli pohpohlarsanız,sizin bir numaralı müridiniz olur.Hatta onu tavlamak o kadar kolaydır ki hiç de sahip olmadığı bir sürü güzel özelliği söyleyerek arada ona gaz vermeniz yeter.Sahip olmadığı bu özelliklere o kadar çabuk inanır ki,sizden önce de falancanın filancanın ona bu tür iltifatlar ettiğinden ayrıntıları ile söz etmeye başlar.Yani bir şekilde sizi ettiğiniz iltifatın ne kadar da isabetli oluduğuna inandırmak için uğraşır.Geçmişteki başarılarından,beğenildiği hatta reyting rekorları kırdığı günlerden sözeder.Kimin onu geçmişte nasıl kıskandığından,kimlere nasıl da şakadanak ağzının payını verdiğinden söz eder.Ki…aslında hiç kimseye hiçbir şekilde ağzının payını verebilecek bir şahsiyet olamamıştır aslında. Dalga geçmek için bile ona biraz gaz verseniz,hemen inanır,kıvama gelir,ballllandıra ballandıra kendisinden söz eder.Zaten en çok sevdiği özne kendisidir.En sevdiği konu kahramanı kendisidir.En çok dinlemeyi sevdiği anılar kendi anılarıdır.Ve kendi sesinden. En güzel yemek kendi yaptığıdır.Bir başkasının yemeğini övmek ya da onore etmek onun için ölüm kadar kötüdür.Her sofrada eleştireceği bir şeyler bulur.Hiç bir şeyi eleştiremezse bile eleştirilecek bir şeyler yaratır.Kimsenin düğününü,nişanını,kimsenin doğum gününü,kimsenin davetini,kimsenin sunumunu,kimsenin ödevini,kimsenin gittiği okulu,kimsenin bitirdiği okulu,kimsenin evliliğini,kimsenin flört biçimini beğenmez çünkü tüm harikalıklara yalnız ve ancak o sahiptir. Bulunduğu ortamda ondan daha başarılı biri varsa onu ya inek ya şanslı diye yorumlar. Başına gelen her güzel şeyi kendine bir ödül olarak görür Allahtan.Başına gelen her kötü şeyi ise birilerinin nazarı ya da kötü nefesi olarak yorumlar.Sırf kendi başına değil,başkalarının başına gelen iyi şeylerin altında mutlaka bir çapanoğlu arar.Başkalarının başına gelen kötü olayları ise ilahi adalet olarak yorumlar.Sıradan bir aksilik yaşayan birisini bile kendisine düşmanlık ettiği için Allah tarafından cezalandırıldı diye düşünür ve buna kesinlikle etrafındakileri de inandırmaya çalışır. Asla gerçek dostu yoktur,böyle düşünür çünkü herkes onu kıskanmakta,onun kuyusunu kazmaktadır.Herhangi bir teklifini reddetmeniz bile onu bozmak için yapılmış bir hamle olarak adlandırılır onun beyninde.Hatta bu topluma fazla geldiğini,kimsenin onu anlayamadığını bile düşünenleri vardır pohpoh bağımlılarının.Kendisini,her ortamda fazla elit,fazla frapan,fazla dikkat çekici bulur.Bu nedenle herkes onun ayağını kaydırmaya çalışıyordur.En sıradan sohbetleri bile sonradan kafasında evirir çevirir,mutlaka bir cümleye,bir şakaya,bir espriye kafasını takar ve kendisine taş atıldığına hükmeder.Niye zamanında fark edemedim diye kendisini yer.Farketseydim şöyle şöyle cevaplar verirdim diye dövünür.Üzerinden biraz zaman geçince,bu veremediği cevapları,başka bir ortamda,başka kişilere şakkadanak nasıl cevap verdiğini örneklemek için anlatır.Gerçekte yapamamıştır ama hayalindeki cevapları vermiş gibi aktarır başkalarına olayı. Megaloman gibi görünür ama aslında kendi sahip olduğu şeylerin sınırlarını gayet iyi bilmektedir.Kendi yetersizliklerini,kendi yoksunluklarını çok iyi bilmektedir ve bunları kamufle etmek için megaloman gibi görünmeyi bir savunma mekanizması olarak geliştirmiştir.Onu asla eleştiremezsiniz,ona asla yol gösteremezsiniz,ona asla bir eksiğini en uygun dille bile olsa kabul ettiremezsiniz. O bir tanedir,onun gibi anne,baba,eş sevgili,evlat,öğrenci,eleman,çalışan,müdür,arkadaş vesaire yoktur bu dünyada.Hep etrafındaki kötü örnekleri anlatır kendisini sivriltmek için.Herkesin eksiğiyle sevinir,herkesin yoksunluğuyla mutlu olur.Kendisi gibi birisini bulunca asla ona yanaşmaz.Kendinden bilir bu tiplerin tehlikeli olduklarını çünkü. Sevgilisi ya da partneri ya da eşi olacak kişiyi daima ezebileceği,kendine hayran bırakabileceği,kendisini pohpohyacak sinik ve sessiz tiplerden seçmeye bakar.Dominant karakterlerle asla işi olmaz.Ama zora gelince bu dominant karakterlere de pohpohun en alasını yapar çünkü bükemediği eli öpmesini de bilir.Pohpohun her kapıyı açabilecek sihirli tek anahtar olduğunu zannettiği için tek silahı da budur zaten açamadığı kapılara karşı. Ne dersiniz…? Çevrenizde var mı böyle tipler yoksa yazıyı okuyunca bir tür karakter analizi yaptırıyor gibi mi hissettiniz? İkinci soruya cevabınız evet ise kesin sizi kıskanıyorumdur o yüzden düşmanca bir yazı yazmışımdır,takmayın kafanıza!

PERWOL REKLAMI ve HADİSE AYRI AYRI DELİRTİYOR

Bir adam dansediyor,onu izleyen kadın yeni siyah gömleğiyle harika göründüğünü söylüyor.Yanındaki diğer kadın da gömleğin yeni olmadığını,Perwolle yıkandığı için yeni gibi göründüğünü söylüyor.Perwol’süz yıkanan gömlekler bembeyaz mı çıkıyor makineden yani? Ayrıca sahneye çıkan bir dansçı,gömleklerini evde ve üstelik çamaşır makinesinde mi yıkatıyor yahu?Kuru temizleme diye bişey yok mu?Hadi onu geçtim reklamın bir başka senaryosunda kadının biri izleyici koltuğunda siyahı methederken bizim Aceci Ayşe Teyze gibi çantasından çıkarıveriyor Siyah Sihir adlı ürünü.Bağımlı heralde,arada fırt çekiyor. Aynı ürünün yine başka bir reklamında bu kez kırmızı elbiseli bir hatun dansediyor onu izleyen adam da yeni vurgusu yaparak elbiseye iltifat ediyor.Yine soruyor insan kendine,ulan o gece elbisesi makinede mi yıkanıyor yuuuh diye…Hem ben yıllardır kırmızı kıyafet yıkar dururum hiç de Perwol kullanmadım,hiç de rengi atmadı.Tezgahtan ucuz bir şey olmadığı sürece hiçbir şekilde hiçbir kırmızımın da renk attığına şahit olmadım. İnsan yuh diyor başka bir şey demiyor. Hadise’nin yeni çorap reklamını izlediniz mi peki? En az Hadise kadar kalın ve kısa bacaklı ama ondan daha ucuz bir reklam yıldızı bulabilirlerdi.Şimdi bu pahalı reklamın masrafı kimden çıkacak,çorapları dünyanın fiyatına satacaklar,tüketiciden çıkacak tabii… Kalın bacaklı olmak suç mu,kalın bacaklılar çorap giyemez mi?Hayır alakası yok,ama reklam yapılan bir üründe,bacak kullanmak zorundaysanız,daha estetik,daha zarif bacakları görmek ister tüketici.Hadise’ninkiler çorap reklamında oynayamayacak kadar fazla kalın ve kısa.Üstelik reklam için seçilen çorapların tümü de neredeyse çok sıradan ve hatta zevksiz.Hele reklamın sonunda Hadise’nin bir ağız açıp göz kırpışı var ki yemin ederim beceriksiz bir panayır oyuncusu bile bu kadar yapmacık olamaz.Takma kirpiklerin ağırlığından göz kapağına felç gelmiş sanırsınız yani… Bu arada yeri gelmişken söylemezsem çatlarım,kızcağızın suratına kat kat sürülen boya ve fondotenden o kadar rahatsızlık duyuyorum ki gidip yüzümü yıkayasım geliyor.Besbelli ki Shakira’ya yüz olarak benzetilmeye çalışılmış ama o takma kirpikler,o ağır siyah göz makyajı falan çok feci.Shakira’nın balmumu müzesinde durabilecek kötü bir imitasyonuna benziyor sadece…Ne gerek var bu abartma ve özentili imaj çalışmalarına?Halbuki sesiyle ve güzel yüzüyle,üstelik sadece yorumcu değil aynı zamanda üreten müzisyenliğiyle bu kız zaten kendi başına bir imaj.Yazık valla.

80'LERE GİRİŞ

Ben,gençlik dönemini 80’lerde yaşamış o şanslı nesildenim.Neden şanslı?Evet kendimi şanslı addediyorum çünkü tarihe damgasını vuracak bir on yılı,bizzat yaşadım,o yılların birebir görgü tanığı olarak içindeydim.Başka bir on yıl yoktur herhalde,yaşam tarzıyla,modasıyla,müziğiyle,darbesiyle,sıkıyönetimiyle,akıllara ziyan moda çılgınlığıyla bir topluma damga vursun. 80’leri yaşamak başka bir şey.İnsanın aklına yüzlerce ayrıntı getiren bir şey.O dönemde genç olmuş veya farkındalık yaşayabilecek yaşta olmuş herkesin mutlaka ortak olarak hatırlayacağı en az on ayrıntı vardır.Hiç bir on yıl,herhalde bir toplumun ortak hafızasında bu kadar aynı kalıplarda yer almaz,alabileceğini de sanmıyorum. 80’leri yazmak nereden aklıma geldi?Arama motorunuza 80’ler yazdığınızda karşınıza yüzlerce binlerce şey çıkacak.Her biri,ayrı bir yönden inceleyen bir sürü site var seksenlerle ilgili. Ben onların hiç birisine inceleme amacıyla girmedim.Yazımın ayrıntılarını oluşturduktan,omurgayı hazırladıktan sonra,unuttuğum ayrıntılar var mı diye göz gezdirdim sadece.Biraz ordan biraz buradan birkaç şey vardı tabii ama o yıllara ilişkin hafızama o kadar güvendim ki,o unuttuğum şeyleri de iz bırakmamıştır diye düşünerek,almadım. Hangi yönüyle ele alacağımı da bilmiyordum baştan.Sonra başlıklar halinde sınıfladım ve her başlığın altına,hatırladığım tüm detayları yazıverdim. İşte yazımın bitmiş halini sunuyorum.Aklına başka bir olmazsa olmaz gelen olursa,eklesin lütfen.

80'LERDE SİYASİ HAYAT

Seksenli yıllar,herkesin hafızasında 12 Eylül askeri darbesi ile başlar siyasi platformda.Televizyonlarda sürekli konuşan bir Kenan Evren.Tutuklanan iktidar ve ana muhalefet parti liderleri.Türkiye’nin her yerinde,arama tarama yapılmak üzere girilen evler,tutuklananlar,gözaltına alınanlar,karakol önünde bekleyen aileler,geceleri rap rap yürüyen postal sesleri,sokağa çıkma yasakları,bir iftiraya kurban gidip gözaltına alınır mıyım telaşı yaşayan masum gençler. Siyasi eylem yaptığı iddia edilen ve bir daha hiç göremediğimiz öğretmenler,komşular.MİT ajanı olduğunu öğrediğimiz kendi halinde amcalar,bakkallar,simitçiler… PKK’nın daha adı bile yok…Diyarbakır’da büyüdüğüm için oralardaki adı Apocular idi.Hatta yöresel ağızla yazayım;Apoçilar. Yavaş yavaş Kenan Evren’in yüzü çekildi televizyon ekranlarından. Yeni yeni partiler kurulmaya başladı.Turgut Sunalp,NejdetCalp,TurgutÖzal gibi isimler yeni yeni partiler kurdular. 1982’de bir referandum yapıldı.Kenan Evren halkoyuyla Cumhur başkanı oldu.Sonra da Turgut Özal ve Partisi ANAP,anavatanın ihtilalen sonraki ilk iktidarı oldu. Özal’lı dönem Türkiye’de özgürlüklerin dönemidir siyaset bazında da sosyal hayata yansıyan yüzüyle de.

80'LERDE GÜNLÜK HAYAT VE EVLERİMİZ

Seksenlerde en bilindik şey lüks apartman katlarıydı.”Kat satın almak” diye bir deyim bile vardı.

“Hale Hanımlar,Çiftehavuzlardan bir kat satın almışlar”

Bu günkü gibi havuzlu lüks siteler,villalar pek revaçta değildi.Hatta REVAÇ kelimesi bile bana o yıllardan kalmadır.POPÜLER anlamında.

Bu lüks evlerde oturanlar epey bir havalı olurlardı hani haklıydılar da.Çünkü asıl orijinal ev dekorasyonu o evlere aitti ve küçük burjuvanın ev dekorasyonu,bu lüksü taklit etmekten ibaretti.

Duvarlarda ille açık renkte duvar kağıdı olurdu.Bej veya krem tonlarda.Üzeri yuvarlak yuvarlak sarmaşık tipi desenlerden müteşekkil.

Daha sonraları,tuğla ve kereste desenli kağıtlar da kullanılır oldu ama ev içinde bu kağıtların felaket görüntülere sebep olduğu çabuk anlaşılarak sonra sadece işyerleri ve dükkanlarda tercih edilmeye başlandı.

Tavanda mutlaka taşlı taşlı avizeler sallanırdı. Duvar aplikleri de pek modaydı.Ayrıca iki koltuk arasında duvarın köşesine denk getirilen bir dev abajur ki ille uçlarından ponpon veya püskül sarkacak,eve ayrı bir hava verirdi.

Perdeler mutlaka yere kadar inerdi.Kalın perde modası vardı o zamanlar,daha lüks evlerinki sade ve desensiz,hatta kadife yahut satenden olurdu.Tülün arkasında dururdu,görevi güneşlik olmak değildi,tamamen dekorasyon amaçlıydı.

Biraz daha zevksiz döşenmiş evlerinki ise daha desenli,daha hareketli kalın perdelerden seçilmiş olurdu.

Seksenlerin başlarında,evin koridor ve ıslak alanlarına kalebodur döşetmek(seramik kelimesi yerine kalebodur kullanılırdı,anlam genişlemesini uğramış olarak ve mavi ile bal köpüğü renkte ince dikdörtgenden gölgeli olanları da çok modaydı),geri kalan odalara ise ya marley dediğimiz kare kare plastik parçaları ya da duvardan duvara halı kaplatmak modaydı.

Parkeler,çook sonraları yer almıştır ev dekorasyonunda.Belki doksanlarda.Kullanılmaktaydıysa bile yaygın değildi.

Yemek masalarına kocaman dantel ya da saten örtüler serilir,ortasına yine kocaman kristal vazolar konurdu.Bazen de orta sehpaya kocaman dantel bir örtü atılır,üzerine sarı veya kızıl veya yeşil camdan masa çakmakları,sigaralıklar,küllükler,sigaralıkların içinde de lüks marka yabancı sigara paketleri konurdu,eve gelen misafire oradan sigara ikram edilirdi.

Likör-çikolata,ya da Türk kahvesi-likör getirilirdi bu sigara ikramının yanında.

Koltuklar alabildiğine kadife,alabildiğine şal desenliydi başlarda.Sonraları sade ve tek renk koltuklar daha modern kabul edildi ancak kadifenin sultanlığı hiç bitmedi.Ancak seksen sonları doksan başlarında, saten kumaşlar koltuklarda boy göstermeye başladı.

Koltukların kolçaklarına,sırtlarına minik minik danteller atılırdı. Koltukları süsleyen minik kırlentler de çoğu kez dantelden yapılırdı. Pencerelerin ille panjurlu olması,bir sosyal statü sembolüydü neredeyse.

Balkonlarda uzun dörtköşe saksılar içinde sakız çiçekleri,sardunyalar,menekşeler… Menekşe çılgınlığı ve kaktüs hediye etme modası da vardı ayrıca.Minicik saksılar içinde Afrika menekşesi ve çiçekli kaktüsler hediye verilirdi dostlar arasında falan.

Bir de evlerin salonlarına baş köşeye yerleştirilen iki önemli moda unsuru vardı ki bunları asla unutamam.

Biri akvaryumlardır biri de dev hoparlörleri olan müzik setleri.

Japon balıkları,lepistesler,siyah katil balıklar,zamanla yerlerini muhabbet kuşu kafeslerine bırakmışlardır.

Biraz daha kokoş ve özenti tipler evlerinde beyaz tüylü minik süs köpeği besleme merakına kapılmıştı.

TOPAK diye,tüylü bir köpeğin konu edildiği bir dizi film vardı bir zamanlar.O dizi,pet- şoplarda ne kadar tüylü beyaz köpek varsa hepsini sattırmıştır.Beyazını bulamayan ille kıvırcık olmak şartıyla siyahına da fit olurdu.

Ceviz kaplama mutfak dolapları,meşe veya çam yatak odası takımları her evin sıradan mobilyalarıydı.

Seksenler,tuvalet aynası ve önünde oturma pufu olan yatak odası takımlarının salgın halinde yayıldığı dönemlerdir.

Yine tam otomatik kendi kendine yıkayan ve kurutan çamaşır makineleri de,muzlu süt yapıp yapıp içmemizi sağlayan mikserler de,renkli televizyonlar da seksenlerle beraber evlerimize girmişti.Ve bir de pazarlarda satılan minik el gırgırları.İki,üç dört fırçalı,rengarenk plastikten.

Televizyonlardaki renkli yayınları izlemek,Sue Ellen’ın saç rengini,JR(Ceyar)’ın göz rengini görmek için komşuya gitmek… Televizyonların kumandası yoktu çünkü TRT 1 den başka kanal yoktu.TRT2 açıldığında,sabahları Hanımlar Sizin İçin diye bir program başladı.

Apartman komşularının birbirlerine sabah kahvesine gitmesini sağlayan bu çift kanallı yayın,seksenlerin sonlarına doğru önce Magic Box Star 1 adıyla yayına başlayan şimdiki Star TV nin sonra Show TV nin açılmasıyla devam etti.Kanalların artmasıyla birlikte,evlerde pek bir lüks eşya sayılan video cihazlarının da biraz pabucu dama atıldı.

VHS ve BETAMAKS kasetlerle çalışan bu cihazlar,video film kiralayan dükkanlara da epey ekmek parası çıkartmıştı.Hele düğün kayıtlarının evde maaile toplanıp seyredilmesi de ayrı bir seremoniydi.

Akşamları,ocağın üzerinde sallaya sallaya mısır patlatıp yememizi sağlayan mısır patlatma süzgeçleri vardı,sonraları tencereye koyup yağ ve tuz ekleyerek patlatmayı akıl ettik.Mısıra yağ koymak da TV dizilerinden öğrenildi.Özellikle Yalan Rüzgarı’ndan.

Yine evlerin iç dekorasyonuna dönecek olursak,şimdilerde kartonpiyerlerin yaptığı işi o zamanlar kornişlerin üzerine çakılan ahşap lambriler yapıyordu.

Daha daha lüks evlerin duvarları bile o ceviz kaplama ahşap lambrilerle donatılırdı.Kalorifer peteklerini bile lambri ile kaplatmak,biraz paran varsa salonunun bir köşesine hiç kullanmayacağın bir şömine inşa ettirmek de görgüsüzlük modasının hitlerindendi.

Çevirmeli telefonlardan tuşlu telefonlara geçiş de yine seksenlere denk gelmiştir. Tuşlu telefon sahibi olmak bile bir çeşit modernlikti.Hatta haki yeşil,krem telefonlar yerine daha canlı renkte telefonların piyasaya çıkması da yine o dönemlerin marifetiydi.Evin her köşesine,duvara monte edilen minik PARALEL telefonlarla doldurma salgınını da unutmamak lazım.

Bir de telefonların,televizyonların üzerlerinde ille örtüler olurdu.Bu örtü işi o kadar abartılmıştı ki gırgırların saplarına,süpürgelerin,ütülerin,tavaların saplarına bile dantel veya orlondan kılıflar örülürdü.

Zaten dantelin altın çağıydı seksenler.Havlu kenarları,yatak örtülerinin kenarları her yer dantel kaplıydı.Kız çocuklarının önlük yakaları bile dantelden örülürdü.

Duvarlara asılan meşhur bir ağlayan çocuk vardı ki,bu çılgınlık otobüslerin arka camlarına,berber,terzi dükkanlarının duvarlarına kadar yayılmıştı.

Ayrıca,kendisinin,çocuğunun,torununun eşek kadar düğün veya nişan fotoğrafının da çerçeveletilip asıldığı duvarlar,gonglu pirinç kaplama duvar saatleri,acemi sokak ressamlarınca çizilmiş birbirinden kötü, taklit manzara tabloları hala gözümün önündedir…

Duvar süslemesinde bir de makromeler pek zirvedeydi.Evinde hiç makrome duvar süsü olmayan bile çocuğunun okulda elişi dersinde yapıp not aldığı ürünü duvarına asardı.Hele makrome saksı askılıkları…

Niyet edilip dikilen Peygamber Kılıcı bitkisinin uzayıp coşması niyetinin tutacağına,aşk merdiveni bitkisinin coşması da evdeki çiftin sevgisinin derecesine yorulurdu.

Uzun lafın kısası,bir evi kokoş,kalabalık ve boğucu göstermek için ne kadar detay olabilirse,o kadar tıka basa doluydu evler.Kauçuk çiçekleri,kocaman ahşap saksılarda deve tabanları,cam önündeki menekşeler ve evde gezinen köpek ya da beslenen balıklar kuşlar,evin kalabalıklığına seve seve katkıda bulundular o yıllarda.

Fiskos sehpaları yine bu yıllarda salgın haline geldi.Tabii fiskos örtüleri ve fiskos dantelleri de çerçevedeki yerini almakta gecikmedi.

Kanarya sesli kapı zilleri,nameli ve müzikli tebrik kartları,özel günlerde verilen müzikli kalpli kutular,bu hengamede pek de sezdirmeden giriverdi sosyal hayata.Kuş sevgisini o kadar abarttık ki seksenlerde,evinde muhabbet kuşu olmayanlara ucube gözüyle bakılıyordu.Kuşların da mutlaka isimleri,pıtır,bıcır,mıcır,ponpon....

Balkonlardan aşağı sepet sallamak,çok önceleri de başlamış olsa bile seksenlerde,insanları çarşıya gönderip şık bir sepet aldıracak kadar moda oldu.

Bir de Pazar arabaları giriverdi kadınların hayatına.Pazar çantaları taşımaktan yorulan kollar saldırıverdiler bu yeni akıma.Pazarlarda ayakların üzerinden geçirilen oraya buraya park edilip yolu tıkayan arabalar oldukça sorun yarattı alışveriş sırasında.

Oralet ve nescafe’nin sosyal hayattaki yerini alıp bir de tahtına kurulması da yine seksenlerde başlar.Kafelerde mütevazi öğrenci gençlik oralet ve tarçına itibar etmeye devam ederken,daha paralı olanlar nescafe,daha az parası olanlar da kakao içmeye başladılar.

Oralet adlı limonlu portakallı granül içeceğin iyi tarafı yazın soğuk kışın sıcak hazırlanabilmesiydi.Limonlu ya da portakallı kekler yerine limonlu portakallı oraletle yapılan kekler de seksenli yılların annelerinin birer icadıydı.

Ketçabın ve mayonezin de ,yeni yeni sayıları artan hamburgercilerle beraber gurme hayatımıza girmesi ve bir daha çıkmaması yine seksenlere denk gelir.

Hatta seksenlerin başında,yine bir mutfak olayı olmuştur ki ev kadınları da evin diğer sakinleri de bu işe bayılmıştır.

Önceleri kesilmiş ve soyulmuş tavuğun kasap reyonlarında yayılmasına bile yeni yeni alışan milletimiz,seksenlerde,tavuğun istediği uzvunu satın alabilme özgürlüğüne kavuşmuştur.

Böylece butu,göğsü paylaşamama yüzünden çıkan sofra kavgaları da son bulmuştur.

Teflon tavanın yaygınlaşması,yapışmaz tava adıyla tanınması suretiyle yine seksenlerin marifetidir.

Lise İngilizce ders kitaplarında yer alan omlet tarifiyle,yeni bir anlayış mutfaklara girmiş,sahanda yumurtadan omlete terfi eden mutfaklarda havada yanmaz tava üzerinde takla attırılan omletlerle güzel Pazar kahvaltıları hazırlanmıştır.

Yine kasede satılan ve donmayan margarinin de kahvaltı sofralarındaki yerini alması bir seksenler klasiğidir.

Sanırım ve yanılmıyorsam Rama markasıyla başlamıştır bu alışkanlık.

Vita yağlarından kurtuluş ve mısırözü yağıyla tanışma,mısırözünün daha sağlıklı olduğu salgını,çok emin değilim ama yine bu yıllara denk gelir.

Fırfırların,farbalaların,kupürlü mutfak önlüklerinin süslediği mutfaklarda bir detay daha vardı.Buzdolabı sapına mutlak surette elde örülmüş ayçiçeği,mısır,biber,patlıcan,domates figürleri asılırdı.

Mutlaka orlondan,mutlaka tığ işi.

Hatta bu orlon bezler ,bulaşık süngerleri çıkana kadar bulaşık bezi olarak da,banyo lifi olarak da oldukça kullanışlı ve yaygındı.

Orlondan örme mutfak önlükleri,yer paspasları,koltuk örtüleri,yatak örtüleri…hepsi rengarenk minik karelerden müteşekkil ve neredeyse bardak altı sürahi kapağı,bardak örtüsü olacak kadar arsız…

Hatta bu örme işi ve sebzelerin örgü kopyasını yapma takıntısı,arabaların arka torpidosunda yer alan karpuz dilimlerine kadar vardırıldı.

Sokaktaki her iki otomobilin birisinde karpuz dilimli orlon süsler ,diğerinde araba sarsıldıkça kafasını sallayan köpek oyuncaklar olurdu.

Mutfaktan söz açılmışken,kristal çay bardaklarının ,kristal su bardaklarının muhteşem hakimiyetinin başladığı yıllardır.

Her genç kızın çeyizinde,her çay partisinde,her altın gününde,her vitrin takımında yer aldığını bildiğimiz bu bardakların,bir de günlük kullanım için alternatifi olan üzeri çiçek desenli rengarek su bardakları vardı.

Vitrin takımı veya büfe denilen yemek odası takımlarında,içinden üçgen üçgen dantelli mantelli örtülerin sarktığı raflarda,kristal mutfak eşyaları,fincanlar,kristal gondollar,şekerlikler,su takımları falan sergilenirdi.

Vitrine evinin en değerli zücaciyelerini dizmek gerekirdi.Hayatta asla asıl amacı için kullanılmamış yaldızlı maldızlı bardaklar,kadehler,sadece vitrine koyulmak amacıyla satın alınırdı.

Ev ikramlarında,kısır,bisküvi pastası,patates salatası,fırından alınmış ekmek hamuru kızartması,Alman Pastası,ekler,profiterol,elvan gazoz,altın çağını yaşamıştır seksenli yıllarda.

Elvan Gazoz bana yine düğün salonlarını çağrıştırdı.

Düğünlerin veya her türlü orta sınıf eğlencelerinin en önemli süsü grapon kağıtları,kağıt fenerler ve balonlardı.Birisinin evde kutlayacağı doğum günü partisinde bile bu malzemelerden yapılma süsler doldururdu duvarlar arasına gerilmiş iplerin üzerini.Kağıttan fırfırlı düdükler,konfetiler…

Kağıt delgeçlerinin atık haznesinde biriken minik kağıt kırpıntılarından az mı konfetiler yapar ve savururduk partimizin en coşkulu anlarında,sonradan annelerimizin canımıza okuyacağını bile bile!

Seksenlere gelene kadarki yıllarda olduğu gibi seksenlerde de bir araba sahibi olmak çok havalı bir şeydi.

Arabaların içi evin hanımı tarafından bir çeşit şark evine dönüştürülürdü kısa sürede. Koltukların üzerinde kirlenmeyi önleyici kilim desenli örtüler,yastıklar,minderler,ön torpidoda rengarenk örtüler,torpido gözüne dizilmiş son çıkan kasetler,vites topuzuna takılmış ille bir tesbih,her aynanın üzerinde sallanan bir minik kuran,bir futbol takımı tesbihi,bir nazarlık.

Pikniklerden dönüşte ille arabanın bir yerlerine sıkıştırılan ağaç dalları,bitki nebatat…mahalleliye pikniğe gittik diye hava atmanın en kestirme yolu! Yukarıda da sözedilen karpuz dilimli el örgüleri,kafasını sallayan köpekler,egzost borusunun altından sarkan nazarlıklar…

Seksenlerin sonlarına doğru,arabaların tüm camlarına kumaş hayvan oyuncaklar yapışmaya başladı vakumlu plastikten ayaklarıyla.Hatta bu hiç bir işe yaramayan peluş ve kumaş nesneler,gençler arasında en ucuz ve en sevimli hediye formuna dönüştü kısa sürede.

Büyüğü küçüğü sarısı pembesi pek bir sevildi bunların.

Jeton atıp dev fanusun içinden kıskaçla yakalamaya çalıştığımız bu oyuncak manyaklığı bu gün hala bazı alışveriş merkezlerinde,çoğu kişinin nostaljik olduğunu bilmeden jeton attığı bir aksesuar olarak hala yer alır.

80'LERDE NELERİ KİMLERİ DİNLEDİK?

 





Seksenler deyince pek çok kişinin ilk aklına gelecek kişi Laura Branigan’dır bundan eminim.
“Self Control” seksenlere damgasını vuran en önemli parçadır diyebilirim.

Bu gün bile hala aynı zevkle dinleyebildiğim ender seksen şarkılarından birisidir. Seksenlerde Türkiye’de özgün arabesk,özgün müzik ve protest müzikte bir patlama da yaşanmıştır.
Fakat bu türlerin hiç birisini dinlemediğim için hakkında fazla fikir sahibi değilim. Laura 

Branigan’dan sonra ikinci sırayı kollektif hafızamıza kazınmış MODERN TALKING alır.

You’re my heart,you’re my soul,You can win if you want,Atlantis is calling,Geronimo’s cadillac,Brohter Loui ,Cherry Cherry Lady…
Opus ve Life is Life şarkısı.
Europa’dan Final Countdown…
Flashdance filmi ve What a feeling diye başlayan şarkısı...
Duran Duran,Culture Club ve Boy George…
Alhpaville'in Big in Japan ile dansedilen okul çayları.
George Michael ve Careless Whispers.
 Bad Boys Blue ve You're a woman Im a man...
CC catch ve cause you are young...
Technotronic’ ten Pump up the jam...
A-Ha ve Take on me....
Top Gun filmi ve Tom Cruise...filmin Take my breath away müziğiyle dansedilirdi okul çaylarında falan...
 Money for nothing ile dillere dolanan Dire Straits....

Telli Turna ile Türkçe müzikte çıkış yapan Yeni Türkü..
Ve bir efsanenin doğuşu MICHAEL JACKSON...
Bu adamın müzik markette plağını ararken posterinde zenci olduğunu gördüğümde yaşadığım şok...
Boat on the river ile STYX
Falco ve bağıra çağıra söylediği hepimizi ağlatan Jeanny...
Telephone mama ve i like chopin ile Gazebo...
Phil Collins,janet Jackson,Lionel Richie ,Iron Maiden,Quenn,Bryan Adams... Stevie Wonder,Cyndi Lauper Depeche Mode ,Frankie Goes to Hollywood…

 Ve yine bir efsanenin,Madonna’nın doğuşu da biz 80 gençlerinin adım adım takip ettiği bir başka fenomendi.Sarı kısa saçları,kalın yay kaşları,kırmızı rujuyla izlediğim ilk kliplerini unutamam.Papa don’t preach ve Like a Virgin…La isla Bonita…

Bütün bunlar kasetçalarlarda dinlenirdi.Sevilen sanatçıların Poster’lerini gençlerin odalarının duvarlarına yapıştırmaları,dönemin sanki yazılı kurallarından birisiydi.

Odası olup da duvarında posteri olmayan şehirli genç tanımıyorum.

Kim Wilde çok güzel fotoğraf verirdi ve Cindy Louper…en çok bu ikisinin posterini asmışımdır odamın duvarlarına.

Gençler arasında bir de anket defteri modası vardı.

Bu sevilen sanatçıların gazete ve dergilerden kesilmiş resimleriyle anket defterleri neredeyse boş yer kalmamacasına süslenir,tüm okul arkadaşlarının elinden eline gezerdi.

Hatta sahibine ulaşana kadar beş on kişiyi gezer,sorular cevaplandırılır öyle teslim edilirdi.
En bildik soru da şuydu;Issız bir adaya düşerseniz,yanınıza alacağınız üç şey nedir…
Ha bir de denize düşen ve yüzme bilmeyen annenizi mi sevgilinizi mi kurtarırsınız?


Hafta sonları TRT 2 radyosunda sonraları da TRT FM de ayın hit şarkılarının çalındığı bir program olurdu.

Elimizde boş kasetlerle,radyo-teybin başına geçer çalan şarkıyı boş kasede kayıt yapar,kendi karışık kasedimizi kendimiz kötü kayıtlarla oluştururduk.


Doğum günlerinde birbirine karışık kaset veya boş kaset hediye etmek gibi bir alışkanlık vardı.

Ne değerliydi o boş kasetler.
Verirdik bir kasetçiye,en moda karışık parçaları doldurur iki gün sonra teslim ederdi.
Boş kalan yere de kendi dandik zevkinden bir iki parça attırırdı ama katlanırdık.
O kaset elden ele gezerdi herkes evinde kendi boş kasedine kayıt yapacak diye. Ha bakın bir de üç beş arkadaş bir araya gelip,geyik muhabbetini,yeteneklerini,seslerini,kendi şarkılarını kaydeder,sonra hatıra diye saklanırdı bu kasetler de diğerleri gibi.

Yerlilerden Aşkın Nur Yengi’nin çıkışını unutamam.
Ondan önce de Sertab Erener’i…
Tarkan’ın da çıkış yaptığı yıllardır yine Kıl Oldum Abi’yle.
Yıldırım Gürses,sanat müziğini çok sesli orkestra ile yorumlayarak,gençlere sanat müziği parçalarına başka bir gözle bakmayı öğretti o yıllarda.
Eller Eller,hep beraber tempo tutulan alkışı ile gençlerin en popüler taraftar şarkılarından birisiydi.

Boş derslerin en sevilen şarkısı ve en gürültülü şarkısı.

Sonrasında Zekai Tunca yeni ve güzel şarkılarla girdi hem sanat müziği dünyasına hem kalbimize.
Ve Coşkun Sabah ve Arif Susam ve Nejat Alp ve Ferdi Özbeğen ve Islak Mendil ile Ümit Besen.

Dükkan dükkan gezip Islak Mendil kasetini aradığımı bilirim tıfıl bir ortaokul çocuğuyken…Nikah Masası’nı dinleye dinleye ağlayan aşıklar…

Beyazlı Kadın Seden Gürel…

Siyahların kadını Neslihan Yargıcının diapozitifi gibi bir şey olarak sürülmüştü piyasaya.

Hafta sonları İstanbul’da Airport diskoya gitmeyeni neredeyse arkadaş cemiyetine almazlardı.

Giden de gitmeyen de gittim gördüm diye anlatırdı.

Okul çayları,(partilerin adı çaydı) ve evlerde düzenlenen danslı toplantılarla atardık kurtlarımızı.

Yerli yabancı karışık pop kasetleri getirirdi herkes evinden.
Bir İlkbahar Sabahı ile Samime Sanay’ın kulaklarını çınlatır,Yağdır Mevlam Su ile Emel Sayın’ın sesine eşlik eder,Eller Eller diye çıldırır,sonra Madonna ile,Modern Talking ile dansederdik.
Her şeye açıktık,her verileni alıyorduk,her şeyi beğenebiliyorduk çünkü her şey sadece beğenilmek üzere üretiliyor ve 80’lerde bir şeyi benimsememek beğenmemek mümkün görünmüyordu…

80'LERDE TV için burayı tıklayın...

80'LERDE SİYASİ HAYAT için burayı tıklayın 

80'LERDE GÜNLÜK HAYAT ve EVLERİMİZ için burayı tıklayın 

80'LERDE KILIK KIYAFET için burayı tıklayın