sağtık

MİNİ ÖYKÜLER 2-BABAMLA BİR SAAT

Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki çocuğunu kapının önünde beklerken buldu. Çocuk babasına, "Baba bir saatte ne kadar para kazanıyorsun" diye sordu... Zaten yorgun gelen adam, "Bu senin işin değil" diye cevap verdi. Bunun üzerine çocuk "Babacım lütfen, bilmek istiyorum" diye üsteledi. Adam "İllâ da bilmek istiyorsan 50 milyon" diye cevap verdi. Bunun üzerine çocuk "Peki bana 10 milyon borç verir misin" diye sordu. Adam iyice sinirlenip, "Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat" dedi. Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı. Adam sinirli sinirli "Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder." diye düşündü. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü, "Belki de gerçekten lazımdı"... Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı... Yatağında olan çocuğa, "Uyuyor musun" diye sordu. Çocuk "Hayır" diye cevap verdi... "Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm. Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" dedi... Çocuk sevinçle haykırdı, "Teşekkürler babacığım"... Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın suratına baktı ve yavaşça paraları saydı. Bunu gören adam iyice sinirlenerek, "Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?... Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok" diye kızdı... Çocuk "Param vardı ama yeterince yoktu " dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı; "İşte 50 milyon... Şimdi bir saatini alabilir miyim babacım?..."

MİNİ ÖYKÜLER 1-KELEBEK

Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında , küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi. Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi. Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü. Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı. Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek , hayatinin geri kalanını , kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de , asla uçamadı. Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kisitlayiciliginin ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın , Allah’ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kisitlayiciligindan kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu. Bu gerçeği öğrendiğinde , hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen , hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey , çabalardır. Eğer Tanrıı , hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman , bir anlamda sakat kalırdık .

Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman .

Ve asla uçamazdık..

KAYIP SEMBOL-Dan Brown

Brown ustanın ülkemizde daha önce yayınlanmış dört kitabını da yemiş yutmuş bir okuyucusu olarak elbette ki sabırsızlıkla beklediğim bu kitabı da dört günde yalayıp yuttum.

Yazar’ın sembolleri ve şifreleri nasıl ilmek ilmek işlediğini,nasıl mantık kurgularıyla akıl karıştırdığını takipçileri yakından bilir.

Bu kitabında da yine aynı usta kurguyla,bir takım Mason gizli sembolleri peşine düşüyor yazar.

Baş karakter,elbette ki Da Vinci ve Melekler Şeytanlar’dan tanıdığımız simge bilim profesörü Robert Langdon.

Brown, her zamanki didaktik tutkusuyla,yoğun bir envanter çalışmasının ürünü olarak,yüzlerce inanış,simge,sembol,tarihi gerçek ve yapıt hakkında yine okuyucusunu bilgi bombardımanına tutuyorsa da aslında eksen hep aynı.

Omurga,Langdon’un baş karakter olduğu önceki iki kitabında olduğu gibi,dinlerin ve öğretilerin gizil temelleri üzerine kurulu.

BİNLERCE YILLIK SIR

Adı geçen kitaplardaki tarihi kişilikler burada da yine sahnede.

Benjamin Franklin,Isaac Newton.

Ek olarak George Washington da gelmiş sahneye bu kez.

Brown,inanç ile septisizm arasındaki çekişmeyi,her zamanki gibi şüpheci Langdon ile kuvvetli inanç sahibi roman karakterleri arasındaki diyaloglar üzerinden yürütüyor.

Bütün dinlerin temellerinde aslında paganizmin yattığı tezini bu kez eski Mısır inanışları ve sembolleri üzerinden savunuyor. Tabii bu tezi yine bir belkemiği konu üzerine oturtmak zorunda olduğundan bu kitapta Masonizmi ve farmasonluğu baz olarak almış.

Sonuçta savunulan şeyler,fikirler,aslında hep aynı.

Dünyadaki açık ve aleni anıtların asıl şifrelerini okuyabilmek ve gizli bir şifrenin peşine düşerken körleşip,asıl büyük resmi kaçırmak.

Kitapta bir kayıp sembol var -ki aslında bu bir sembolden çok bir kelime veya bir cümle-binlerce yıldır,dünya bu bilgiyi kaldırmaya henüz hazır olmadığından,eski taş ustalarının oluşturduğu Mason müridlerince şifrelenmiş,gizlenmiş,yeraltında bir yere gömülmüş.

Bu gizemin gömüldüğü yeri şifreleyen bir de minyatür piramit var ve eğer o piramitteki şifreler çözlürse,bu dünyayı yerinden oynatacak,insanlığı allak bullak edecek gizli cümle ortaya çıkacak.

Bu sembolü de hayatının anlamı ve son noktası haline getirmiş fanatik bir sapkın var yine kitapta.

Önceki kitaplardan “Öğretmen” i ve Albino’yu hatırlarsınız. Bu sefer,dövmeli Mal’akh bu rolü oynuyor.

Kitap heyecan dolu anlatımı,kovalamacaları,adım adım şifreyi çözen karakterleriyle aslında bir nefeste okunuyorsa da,sonlarına doğru, kelimenin tam anlamıyla ÇU-VAL-LI-YOR!

Okurken büyük zevk veren bu heyecanlı tempo (mesela Katherine ile Mal'akh'in küp 5 'deki karşılaşmaları) özellikle kitap bittikten sonra,okuyucuyu sap gibi ortada bırakıveren bir boşluğa dönüşüyor.

Eeeee? diye kalakalıyorsunuz.

Bu muymuş yani olay?

Binlerce yıldır saklanan şey bu muymuş?

Bu kadar evrensel ve bilindik bir şey ise neden binlerce yıldır saklandı insanlıktan?

SEMBOL HALA KAYIP!

Aslında kayıp sembol kitap bittiğinde hala kayıp olarak duruyor.

Çok güzel bir envanter çalışmayı,güzel bir kurguyla nefes nefese anlatmış tamam ama sonu nereye bağlamış derseniz,sıfır!

Kitapta,ayrıca o zeki,o cin,o kurnaz ve şeytani zekalı Langdon’un nasıl tam bir gerzek gibi göründüğünü de söylemeden geçemeyeceğim.

Simge bilim profesörü göya ama yanındaki Katherine olmasa,bir boka yarayacağı,bir şifreyi çözeceği falan yok.

Tam bir moron yani bu kitapta.

Ayrıca ,Brown kitaplarında,takipçileri bilir ki her zaman perde arkasındaki asıl suçlu hep sürpriz birisi çıkar. Bu kez bize kötü adamı daha kitabın en başından tanıtırken,kitabın sonunda, dövmeli Mal’akh’in gerçek kimliği ortaya çıkınca bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacaksınız çünkü mantık,bu noktada size yüzlerce soru sorduracak.

Elinde imkan varken neden reddetti?

Neden kendisi olarak gelip,zaten ona teklif edilmiş olan şeyi istemedi? Neden zor yolu seçti?

Peter Solomon,bir zamanlar oğlunun ölümüyle sonuçlanan hapishane macerasında (ki bu hapishane İstanbul Kartal Soğanlık cezaevi) oğlunu neden hapishaneden kurtarmamayı seçti?

Kitapta bunların cevabı yok. Kitabı okuyacaksanız,heyecanınızı bozmayayım diye yukarıdaki soruları fazla açamıyorum ama okuduktan sonra ne demek istediğimi kesinlikle anlayacaksınız.

Kitap bittiğinde,şölen sofrasından ana yemeği yiyemeden kaldırılmış bir davetli gibi yarı aç yarı tok hissedeceksiniz kendinizi.

Bu kadar büyük ve heyecan verici bir vaadden sonra kayıp sembolün açıklanış biçimini görünce!

BEN SENİ ÖYLE SEVDİM

Altı yıllık tanışıklığın ardından evlenmişlerdi. Birbirlerini bir partide tanımış,üç yıl sevgili,üç yıl da bir dargın bir barışık nişanlılar olarak sonunda dünya evine girmişlerdi. Daha evlenip evlenmeyecekleri,birbirleri hakkındaki kesin yargıları kararları,fikirleri belli bile değilken,cinsel yönden de beraber olmaya başladılar. Kız rahat çıkıyordu evden.Ailesi de fazla açıkgörüşlüydü.Beraber tatile gitmelerine,sabaha karşı biten partilere katılmalarına ses etmiyorlardı.Kız,çocuğun evinde kaldığında,kız arkadaşında kaldığını söylemesi yetiyordu izin almak için. Aralarında bir anlaşma yapmışlardı. Eski sevgililerinin kıskançlıkları yüzünden biten eski ilişkilerinden dolayı,birbirlerine hayatı zindan etmeyecek,hesap sormayacak,serbest bırakacaklardı. Modern görünmek için her şeyi yaparlardı çünkü.Kıskanmamak,sevdiğini başkasıyla paylaşabilme ihtimalini düşünmemek,modernlikti. Birbirlerinin telefon görüşmelerini,mesajlarını,mail kutularına geleni gideni,aslında deli gibi merak ederken,hiç oralı değilmiş havalarında takılıyorlardı. Birbirlerinin kız ya da erkek arkadaşlarıyla olan samimiyetlerine de her ne kadar tahammül edemeseler bile,son derece hoş görüyle yaklaşır gibi görünmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu anlaşma,evlendiklerinde de devam etti. Adam,hafta sonları eski kankalarıyla takılabiliyordu geç saatlere kadar.Kadın da kendi hemcinseleriyle alışverişe,gezmeye,sinemaya gidebiliyordu. Bir ilişkide yaşanabilecek her ne varsa,zaten evlilik öncesindeki altı senede hepsini tüketmişlerdi. Önceleri arkadaşlarından kaçıp kendi başlarına kalmanın yollarını ararken,altı senenin sonunda yine eski ortamlarına dönmeye başladılar.Yine arkadaşlar,yine kankalar,kankiler. Kız partileri,bekar yemekleri… Birşeyler yoktu sanki hayatlarında,bir şeyler eksikti evet ama bunu hiçbir zaman kabullenip de adlandırmaya cesaret edemediler. Sanki birisi biraz mızmızlık etse,her şey çorap söküğü gibi gelecek,bu serbestlik,bu rahatlık,bu özgürlük sihri bozuluverecekti. Başkalarının yanında her zaman ideal çifttiler.Birbirlerine bakışları,sarılmaları,muhabbetleri,şakaları,özel günlerinde herkeslere fark atan jestleri,hediyeleşmeleri,günde beş yüz kere birbirlerini aramaları…dışarıdan her şey mükemmel görünüyordu. Gel zaman git zaman,kadın kendini iyiden iyiye işine vermeye başladı.Yıllar geçtikçe biraz da gençlik takıntısı. Spor merkezlerine yazıldı,öğle aralarında dudaklarına kolajen enjekte ettirip işinin başına döndü.Büyük kozmetik marketlerden çıkmaz oldu.Dolabında çeşit çeşit postiş,peruk,çıtçıt,yüzlerce ayakkabı,yüzlerce çanta,elbise,birikti birikti…çoğunun etiketi bile kesilmemiş halde. Kuaförüne daha sık uğramaya başladı.Kendi saç rengine altı aydan fazla tahammül edemez oldu.Her satın aldığı,her giydiği,her yaptırdığı için fikir danıştığında kocasına, “Çok güzel olmuş,sana her şey yakışıyor” cevabını aldı. Eksikti bu cevap,defoluydu ama eksiği,defosu neresindeydi onu bulamıyordu. Adam,hobi klüplerinde arkadaşlarıyla takılmaktan sıkılıp,evinde playstation partileri vermekten bunalıp,o da kendisini iyice işine verdi. Gözü etrafındaki hiçbir kadını görmüyordu aslında.Karısı,bakımlı,güzel,alımlı,fit ve cazibeliydi. Tek problemi, mutfakta iyi olmamasıydı ama o da sorun değildi zaten pek evde yedikleri yoktu.Çocuk da istemiyorlardı ortak karar olarak,henüz.Daha çocuk yapıp evde pinekleyecek yaşta değillerdi.Otuzbeşten önce düşünmüyorlardı. Peki o halde,geceleri evinde oturup eşiyle vakit geçiren,karısı doğum yaptığı için ev erkeği olup çıkan,hafta sonları çocuğunu sinemaya götürdüğü için kendilerinin briç partilerine katılamayan,plajda başka kadına baktığı için eşiyle kavga edip günlerdir küs yaşayan…ya da ne bileyim işte eşiyle romantik bir film izleyip onun filmin sonunda ağlamasıyla nasıl dalga geçtiğini anlatan arkadaşlarına içten içe ne demeye özenip duruyordu?Kızıyor muydu onların evcimenliğine,ya da lightlıklarına yoksa kızmanın altında aslında kendi hayatındaki eksikleri görmenin getirdiği kıskançlık mı yatıyordu? Eşiyle daha bir gün bile kavga etmemişlerdi.Her konuda anlaşırlardı.Zaten birbirlerine son derece saygı gösterir,asla özel alanlarına müdahale etmezlerdi. Bir akşam,karısı birden bire “Ayrılalım” deyiverdi. Bunu da aynı hoşgörüyle,aynı olgunlukla karşıladı.Nedenlerini konuştular saygılı ve mesafeli bir şekilde. Aslında birbirlerini çok seviyorlardı ama farklı hayatı yaşıyorlardı aynı evin içinde.Sanki evli değil,ev arkadaşıydılar. Kadın ona asla,yüzlerce binlerce kıyafetimi sen beni fark et,sen beni kıskan diye aldım,onlarca saçı,onlarca makyajı beni biraz olsun başkalarından esirge,biraz olsun fikrince yol göster,eleştir diye yaptım ama sen oralı olmadın…Arkadaşlarımın yanındayken bile bir telefonunu bekledim hadi gel beraberce bir yerlere kaçalım diye ama sen bunu asla yapmadın,aklımda hep sen oldun ama bunu bilemedin.Bir tek gün bile başımı omzuna yaslayıp beraberce evimizde bir aşk filmi izlemedik,bir gün bile eski sevgililerimin,işyerine gönderilmiş çiçeklerimin hesabını sormayacak kadar kıskanmadın beni….demedi.Diyemedi. Adam ona asla,sana olan düşkünlüğümü asla göremedin,hep başkaları için giyindin,kuşandın,taktın takıştırdın,beğenmediğim saçlarına sen kırılma diye ses etmedim,beğenmediğim giysilerine sen kırılma diye karışmadım,arkadaşlarının yanında öyle mutluydun ki benimle bu kadar gülemezsin diye korktum,seni onlardan koparamadım bu yüzden.Çocuğumun annesi olmanı öyle çok istedim ki...demedi.Diyemedi. İkinci celsede boşandılar. Adam hafta sonları briç partilerine,hafta içi playstation maçlarına devam etti. Kadın iki estetik operasyon daha geçirdi.Saçlarını kısacık kestirip,ateş kızılına boyattı. Bazen birbirlerine mail atıyorlar. Söyleyemediklerini değil,karşı tarafın duymaktan hoşlandığını zannettiklerini yazıyorlar birbirlerine sadece.

SABRET İNCİ TANEM.

Bazen insan hayatın fişini çekmek ister. Her şeyi dondurmak.Bitirmek değil,sadece don-dur-mak. Hani DVD izler gibi. Dondur bırak. "PAUSE" Sonra kendini hazır hissedince birşeylere ,tekrar "PLAY" tuşuna basıp kaldığı yerden devam ettirmek istersin. Dışarıda zaman akıp gider bu arada ama sen bıraktığın yerdesindir ille. Zamanı durdurmak mümkün değil çünkü. O akıp giderken ve sen kendini pause konumuna almışken,tekrar oynat tuşuna bastığında yetişemediğin,akıp giden şeyleri gördüğünde,herşeyi daha karmaşık hale getirenin ne olduğunu merak edersin. Bu döngü böyle devam edip gider belki. Uyuşturucu denen şeyin,hayatın akışını engelleyemeyen insanların,bir süreliğine kendi hayatlarının fişini çekmek istedikleri için kullanıldığını düşünürüm bu nedenle. Gürül gürül akıp giden ve binlerce,hatta yüzbinlerce sorunuyla yetişemediğin ve asla yakalayamayacağını düşündüğün bir OTOBÜS gibiyse hayatın ve sen doğru durakta olamıyorsan bir türlü,hayatın fişini nerede çekeceğini,nereden tekrar online olacağını bilemiyorsan,belki uyuşturucu illetine de bu yüzden bulaşıyorsundur. Bülent Ersoy,Tarkan'ın durumu hakkında yorum yaparken,bu tür alışkanlıkların mutsuzluktan veya dost eksikliğinden kaynaklandığı gibi bir yorumda bulunmuş. Hiç kimse,hiç kimsenin hayatında neyin eksik olduğunu dışarıdan bakarak yorumlayamaz. İnsan öyle bir an gelir ki kendi hayatında neyin eksik olduğunu bile idrak edemez. Uyuşturucu niye kullanılır,neden bağımlı olunur,kimse bilemez. Ben,hayatın fişini çekmek isteyip de çekemeyen insanların son aciz sığınağı olarak yorumluyorum. Hatta belki de tam tersi,hayatın fişini gerçekten çekmek isteyen insanların somut bir sığınağıdır. Ama hayatla beraber bir çok şeyin de fişini çekerek ödenen bir bedeli var bunun. Garip olan da dışarıdan mutlu görünen,imrenilen,üreten ve yaratan kişilerin ardarda patır patır uyuşturucu bağımlılıklarının deşifre olması. Deniz ve Tarkan,bunun son örnekleri. Hayatı,kendi icra ettiğin sanatın ifade biçimiyle yorumlamak yetmiyor demek ki bazen. Ressamın fırçası,şairin dizesi,yazarın cümlesi,heykeltraşın yontusu,karikatüristin konuşma baloncuğu,müzisyenin notası....yetmiyor demek ki içeride duyumsanan kocaman hayatın defolarını yorumlamaya,ifade etmeye. Bazen dışarıdan kimyasal destek gerekiyor demek ki. Hayatın defosunu yamamak için,başka bir defodan medet ummak. Bu da herhalde sanatçının sıradışılığına,yarı şizofrenliğine,yarı çatlaklığına bir referans... Normal düşünen insan zaten sanatçı olamıyor,hayata tersten bakmak,kalında inceyi görmek,incecikten kalın yorumlar yapabilmek gerek sanatçı olabilmek için. Sıradışı olmak yani,her anlamda. Bütün istediğim aslında,hayata dur demenin yolunu bulamayanların,hayata kısa bir mola vermek için bazen sıradışı yollara sapabileceğini anlatmak. Hiçbir sanatçı,hiç bir ferde örnek olmak zorunda değil. Hiç kimse,yaptığı hiç bir şeyi bir sanatçıyı örnek alarak yaptığını söylemek hakkına sahip de değil.Bu,seninle alakasız üçüncü bir kişiye, olmadığı ve olmak da istemediği bir misyon yükler ki bu bence insan doğasına aykırı. Herkes kendi hayatının pause tuşunu istediği gibi kullanır,herkes kendi hayatının efendisidir.Kendi bedenine ister jilet atar,ister altınla kaplatır. Kendi bedenine zarar verdi diye bir insanın özgürlüğünü engellemek,yine insan haklarına aykırıdır. Keşke,ama keşke,hayat felsefesine bayıldığım,şarkı sözlerinin içindeki gizli hümanizmine hayran olduğum Tarkan da kendi fişini çekmek için başka bir yol bulsaydı. Yakalanmasaydı tedavi olmak istiyorum demezdi,yakalanmasaydı cici çocuğu oynamaya devam ederdi,böyle mi örnek olacak onu seven gençlere...yakalanmasaydı şöyle olurdu ,yakalanmasaydı böyle olurdu... Öyle akla mantığa uymaz yorumlar okudum ki resmen dumur oldum. Yakalanmasaydı,kimse onun uyuşturucu kullandığını bilmeyecekti ve kimseye de örnek mörnek oluşturmayacaktı.Deşifre edilmeseydi yani. Zaten kimsenin kimseyi örnek mörnek aldığı da yok. Şimdi gidip Tarkan kullanıyormuş,ben de kullanayım mı diyecekler,öküz mü bu gençler? Bir ünlünün her yaptığını birebir taklid eden bir topluluk mu var zannediliyor hala? Ya da başka bir yönden bakalım;Tarkan'ı seven artık sevmeyecek mi? Kimsenin hata yapma kredisi kalmadı mı? Tarkan'ı zaten sevmeyen ne kaybedecek? Nedir yani bunun bizim hayatımızdaki yeri önemi? Hiç! Tarkan şarkılarını söylemeye devam edecek. Ben onu dinlemeye. Tarkan başka bir pause tuşu keşfedecek belki hayatında. Ben onu dinlemeye devam edeceğim. O,belki"Asla vazgeçemem" diyecek, ama ben yine onu dinlemeye devam edeceğim. Belki"Yanlış zaman,yanlış insan" diye haykıracak kış güneşinde,ben onu daima dinlemeye devam ederken. "Unut Beni" diyecek,ben yine onu unutmadan,hep dinleyeceğim. Tarkan bu ülkenin Avrupa'ya ve Asya'ya dağılan notasıdır,Rusların sevgilisidir,Amerika'da bile dinlenen sanatçısıdır,falan filan da,bunlardan bana ne? Tarkan benim için söyler şarkılarını,mp3'ümde,arabada veya radyoda. Onu dinlerken o ve ben varız sadece. Bir de bana hissettirdikleri. Kendi sözleri (Arada Bir şarkısı)tam şu an onun içinde bulunduğu durumu ne kadar güzel anlatacak bakın. Kıyamam, ağlama Karaları bağlama Geçer bu da geçer Umuduna darılma İnsanız, arada bir Dengemiz şaşabilir Akıl başa dönünce Yine sevgiye eğilir --------------------------- Çocukların, balıkçıların ,selamı var martıların.Öp dediler gözlerinden,bir kere de bizim için...Nerdeysen, ama nerdeysen, kimleysen, her nerdeysen....SENİ SEVİYORUM.HEM DE ÇOK.