sağtık

TUĞÇE KAZAZ’IN DİNİ

Kadıncağız evlendi,din değiştirdi mi değiştirmedi mi diye medyaya uzun zaman karın ağrıları çektirdi.

Şimdi de boşandı mı boşanmadı mı ,boşandıktan sonra hangi dinde kaldı,basın şimdi onun peşinde.

Hani herkes din ve vicdan özgürlüğüne sahipti,hani hiç kimse,hiçbir şekilde dinini ve vicdani kanaatlerini açıklamak zorunda bırakılamazdı?


1982 Anayasası'nın Din ve İnanç Hürriyeti başlıklı 24. maddesi aynen şöyle;
Din ve vicdan hürriyeti MADDE 24.–
Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.

Yani özetle diyor ki,kimse kimsenin dinini soramaz,sorulsa da açıklamaya mecbur kılınamaz.

Yeni Anayasa taslağında ise aynı konu şu şekilde ele alınıyor:

Din ve inanç hürriyeti Madde 24- 

(1) Herkes din ve inanç hürriyetine sahiptir. Bu hak, tek başına veya topluca, alenen veya özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama ve bunları değiştirebilme hürriyetini de içerir.

(2) Kimse ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve düşüncelerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç, düşünce ve kanaatlerinden ve bunları değiştirmekten dolayı kınanamaz, suçlanamaz ve farklı bir muameleye tâbi tutulamaz.

Özetle;canı isteyen dinini inancını açıklar,istemeyen gene açıklamaz,kimse de onu zorlayamaz!!

Şimdi sıkılmadan okursanız,bir de basının hangi konularda özgür olduğuna bakalım mı?


5187 sayılı yeni Basın Kanununda basın özgürlüğü şu şekilde sınırlandırılmış;

Basın özgürlüğü MADDE 3. - Basın özgürdür.
Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir.
Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir.

Şimdi şu soru akıllara gelmiyor mu?

Basın özgürlüğü,anayasanın maddesinin,Atatürk’ün laiklik ilkesinin üzerinde midir?
  

Türkiye,Tuğçe Kazaz’ın,Müslüman veya Hristiyan,Yahudi veya Hindu,Ateist veya Agnostik,Pagan veya Budist olup olmadığını niye merak etsin?
Merak etti diyelim,bunu bilmek bizlerin gözünde Tuğçeyi,Ayşe’yi,Mehmet’i daha az ya da daha çok insan yapacaksa,okey.


Laik Türkiye’nin laik veya antilaik basını kendi bokunu çubukla karıştırmayı bıraksın artık.


Bir zamanlar röntgencilik diye ayıplanan davranışlar artık magazin muhabirliği adı altında ekmek kapısı haline geldi.



"İnsan hakları evrensel beyannamesinin 12’nci maddesinde, kişilerin gizli alanlarına saygı gösterilmesi düzenlenmiştir.
 Anayasamızın 20’ci maddesinde
“herkes özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz” denmektedir
Kamuya açık alanda kişi hayatını yaşarken bunu gizleme gereğini duymamaktadır. Fakat bu alan yayıncıların rahatlıkla müdahale edebileceği bir alan değildir.

KAMUYA AÇIK ALAN?
 Bu alana çok sınırlı olarak müdahale edilebilir.

Bu alan ile ilgili olarak; kişinin alışverişe çıkmasını, çocuğu ile maça gitmesini, sinemaya gitmesini, lokantada yemek yemesini, dostlarıyla bir çay bahçesine veya gece barda bir şeyler içmesini, oturduğu sitede denize veya havuza girmesini örnek verebiliriz.

Bu alandaki faaliyetler ve davranışlar sürekli olarak izlenemez.
İzlendiği zaman ilgili kişi rahatsız ediliyorsa yahut izni alınmadan kaydediliyorsa, fotoğraflar çekiliyorsa hukuka aykırı olur.
Eğer kişi gazetecileri davet ediyorsa, fotoğrafı çekilirken el sallayıp, gülümsüyorsa izin verilmesi hali vardır.

Ancak burada verilen izin kadar çekim yapılması ya da görüntü alınması söz konusudur. Bir kere izin verdi diye bu kişiyi sürekli izlemek onun özel hayatını yaşamasına engel olur ve hukuka aykırı düşer.

 Özel yaşama medyanın müdahale edebileceği bir diğer alan da, yayına konu olan kişinin hukuka aykırı davranışlarda bulunmasıdır.
Medya mensupları bu tür olaylarla karşılaştıklarında haber ve eleştiri amacıyla bunları yayınlayabilirler.


KİŞİNİN SIR ALANI


Din ise kişilerle tanrı arasında bir hesaplaşma ve anlaşma olduğundan üçüncü kişileri ilgilendirmez.
Kişinin sır alanı ise, diğer kişilerin bilgileri dışında tutulan alandır.
Aile hayatı, özel dostluklar, ikili ilişkiler, duygusal ve cinsel yaşantı bu alana girer. Bu alanda mektuplar, anılar fotoğraflar, filmler gibi çeşitli araçlar kullanılmış olabilir.
Aile, duygusal ve cinsel alan ve bu alanda yer alan malzemelerin gizliliğine her türlü müdahale hukuka aykırıdır.

Ege beach’lerinde güneşlenen,yağlanan,bikini şov yapan birbirinden çirkin ve çıplak ikoncanlardan,yalan yakalanmalardan,haberli üstsüz basılmalardan,yapmacık gizli kameralardan ,sahte iftar açmalardan,sahte zeytin hurma şovlardan,kusmak üzereyiz artık.

Teknelerle denize açılıp ellerinde inanılmaz menzillere zoom yapabilen kameralarla çıplak ünlü arayan bu röntgenci muhabirlerin çektiği görüntüleri binbeşyüzelli kere anons edip az sonraaaaa'larla yayınlayan paparazzi programları da onların kanalları da,onları denetlemek ve cezalandırmak amacıyla görevde olan RTÜK'ün de canı cehenneme.

Kimsenin dötündeki selülitin miktarını,mayosunun dekoltesini,biçini piçini,açını açığını,yokluğunu tokluğunu ve bilumum bokluğunu merak etmiyoruz.


Tuğçe’nin yerinde olsaydım bana ısrarla bunu soran gazeteciye döner,”Ananın dinindenim,git anana sor o bilir” der,sonra da o kanal veya muhabir hakkında anayasaya,basın özgürlüğü maddesine zarta zurta aykırı davranışta bulunuyor diye dava açardım
Zaten Türkiye’de ana kelimesinden daha çift anlamlı bir kelime var mı,yok! Muhabir anasını da alıp gider mi,direkt anasına mı gider, o kendine kalmış!!!

HEM OKUDUM HEMİ DE YAZDIM

Son zamanlarda deli gibi kitap okuyorum.Her zaman deli gibi kitap okumuşumdur ama bu aralar sanırım azıtmış durumdayım.Son okuduğum kitapları sayayım mı? Empati------Adam Fever Yüreğim Seni Çok Sevdi----Canan Tan Masumiyet Müzesi-----Orhan Pamuk Kara Kitap------Orhan Pamuk Aşk------Elif Şafak Bit Palas----Elif Şafak Siyah Süt----Elif Şafak Araf----Elif Şafak Baba ve Piç----Elif Şafak Alacakaranlık----Stephanie Meyer Yeni Ay---- Stephanie Meyer Tutulma---- Stephanie Meyer Şafak Vakti---- Stephanie Meyer Cehennemde Balo Geceleri---- Stephanie Meyer ve beş değişik Amerikalı Yazar.. Gümüş Yaz Gümüş Kız----Buket Uzuner Tevratın Şifresi---‘(Unuttum yazarını,ödünç almıştım,geri verdim) Sakkara’nın Kumları(Bu da aynı ödünç seriden…yazarını hatırlamıyorum) Üçkağıtçı----Orhan Kemal Tabii hepsi ayrı tür,hepsi ayrı lezzet.Bir de bende,iki kitabı aynı anda okuma gibi bir alışkanlık da var.Gündüz kitabım,gece kitabım falan ayrıdır bazen. Tüm bu yukarıdakiler içinde size şiddetle önerebileceğim birkaç tanesi var tabii. Ama önce şunu söylemeliyim ki Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ni on yılda tamamladığını öğrenince,içimden bir ooohh çektim ki sormayın.Hani beni sürekli okuyanlar bilir,biri tamamlanmış,biri de netbook’umda sürüklenip duran ve bir türlü bitiremediğim toplam iki kitabım var.Neden bazen ilham perilerim beni terk ediyor diye hayıflanıp umutsuzluğa kapıldığım bir zamanda,bunu öğrenmek bana ilaç gibi geldi .Pamuk gibi bir edebiyat ustası bile bir romanı on senede bitirebiliyorsa,ben kimbilir kaçıncı yüzyılda tamam ederim.(Yazarınız burada kendini Pamukla karşılaştırarak yüceltme sanatını icad etmiştir) Konuyla alakasız bir bilgi daha,Pamuk kitaplarını el yazısıyla yazıyormuş. Söz Pamuk’tan açılmışken,hemen anlatmam gerek yoksa çatlarım.Benim Adım Kırmızı ile başladığım Pamuk dünyasına daha sonra Kar ile devam etmiştim.Ardından Masumiyet Müzesi ve Kara Kitap geldi.Bunlar yazarın yazma sırası değil,benim onu keşif basamaklarım. ROMANCI İLE EDEBİYATÇI ARASINDAKİ FARK Daha Benim Adım Kırmızı’yı okuduğumda dedim ki işte “Edebiyat” tanımlamasının tam karşılığı budur.Romancılıkla Edebiyatçılık tamamen farklı şeyler çünkü. Okumuşsanız bilirsiniz mesela Dan Brown’ın romanları,tipik Amerikan romancılığına örnektir.Betimlemeler,tasvirler (zaten ikisi aynı şey),benzetmeler,ruh tahlilleri,karakter tahlilleri,anlatılacak hemen her nesnenin,tanıtılacak hemen her mekanın,kahramana yaptırılacak hemen her hareketin önünde upuzun cümlelerden müteşekkil betimlemeler yoktur. Yazar,durumu verir,konu kahramanların algıları ve diyalogları üzerinden yürür.Yazar kendisini hiç hissettirmeden,kendi yargılarını veya görüşlerini okuyucuya asla belli etmeden,sadece yarattığı karakterlerin tipik özelliklerine uyan diyaloglarla sürdürür hikayesini. Olan her şeyi,nesnel bir kameranın gözünden izliyor gibi hissederiz biz okuyucular.Bir belgesel gibi,yorumsuz ve objektif.Her sahneyi gözümüzde bir Hollywood filmi gibi canlandırabiliriz.Yazarın kendisini kitabın içinde asla hissetmez,onu tanıyamaz,hayata bakışını belki ancak diyalogları zorlayarak yakalayabiliriz. Bu tür aslında okuyucuyu en az yoran,en çok sürükleyen,tamamen aksiyonun içine çeken türdür. Ben buna nesnel anlatım diye isim veriyorum. Romancılık diye tabir ettiğim de bu. Bir de ,Gabriel Garcia Marquez,Balzac,Orhan Pamuk,Elif Şafak gibi yazarların eserlerinde görülen bariz EDEBİYAT türü vardır. Edebi bir eserde olması gereken ne varsa yer alır.Betimleme,tasvir,yargılar,hayat görüşü,ruh tahlilleri,karakter tahlilleri,konuşan nesneler,kıyaslamalar,kişileştirme,konuşturma,abartma,şiirsel atmosfer, insanı çileden çıkartacak kadar çok ayrıntı. Bazen cümlenin sonuna geldiğinizde başını unutacak kadar iç içe geçmiş benzetmeler,tanımlamalar,tamlamalar…Sanki yazar da düşüncelerinin fırtınasına kapılmış ve bir türlü asıl anlatmak istediği şeye,özneye varamamış,bu nedenle bir cümle deryasında ordan oraya sürüklenmektedir hissine kapılırsınız.İlk okumada anlaşılması zor,bazen tekrar tekrar okuma gerektiren bir sayfa uzunluğunda cümleler vardır.Bir cümleyi okuyup bitirdiğinizde,neredeyse ayrı bir hikaye okumuş ve nihayet sonuna gelmiş gibi hissedersiniz. BİZDEKİ SAĞLAM EDEBİYATÇILAR Evet,gönül rahatlığıyla diyebilirim ki,Yaşar Kemal,Orhan Pamuk ve Elif Şafak,Türkiye’nin gerçek “Edebiyatçıları”dırlar. Yaşar Kemal ara ara bazı eserlerinde oldukça sadeleşmiş ifadeler kullanmışsa da,Pamuk ve Şafak’ın İflah olmaz bir ayrıntıcı sanatsal anlatım biçimleri var. Her ikisinin de romanlarını,elinizde kalem olmadan okuyamama gibi bir durum oluşuyor.Çünkü,saptamalar,yargılar,yargıları açan cümleler,tekerlemeli ve tekrarlı tanımlamalar bazen unutmak istemediğiniz cümleler olarak karşınıza çıkıyor ve mutlaka altını çizmek gereği duyuyorsunuz. Bu kadar harikulade bir dilsel ve düşünsel zenginliğe rağmen,ne yazık ki,konunun özünden uzaklaşmak gibi bir tuzağa düşen fanatik edebi yazar,okuyucuyu da gereksiz ayrıntılarla ne kadar çok sıktığının belki de farkına varamıyor. Şunu diyebiliriz ki,her iki yazar da bazen çok sıkı bir konu bulamasalar da,dilsel zenginliklerini,düşünsel renkliliklerini sıradan bir konuya kanalize ederek,sadece edebiyat yapmak adına roman yazabiliyorlar,ki,bakınız Elif Şafak Bit Palas,Siyah Süt.Bakınız,Orhan Pamuk Kara Kitap,Masumiyet Müzesi. Yani konu tırışka ama anlatım süper.Konunun nereye bağlanacağını merak ediyor ama sonunda bir tatmine ulaşamıyorsunuz,zaten nefes nefese de gitmiyor,merak duygunuz kitabın başından sonuna kadar dipsiz kuyularda uykuya çekiliyor.Sadece anlatımın güzelliğine,ayrıntıların başarısına,tanımlamalar ve benzetmelerin,yakalanmış minik enstantaneleri anlatımdaki başarının lezzetine kapılıyorsunuz. Yok anlatım nesnel olsun,bana konu lazım,sürüklenebildiğim kadar sürükleneyim diyorsanız,o zaman yukarıdaki kitaplardan özellikle Stephanie Meyer imzalı olanları,Adam Fever ustayı,deli gibi tavsiye ederim. “Sıra dışı konuları sıradan anlatım” ı , ” Sıradan konuları edebi anlatımlar” a tercih ediyorsanız,Amerikan edebiyatının son örneklerini okuyun derim. Altın Pusula serisi,Alacakaranlık serisi,Harry Potter serisi,Dan Brown kitapları,Adam Fever kitapları tam size göre. Ama sadece bir türde yetinmeyin yine de.İster edebi olsun,ister aksiyon,hakkında fikir yürütebilmeniz için mutlaka her türü okuyun. Son bir söz, hani bir zamanlar pembe diziler,beyaz diziler vardı,konu hep aynıydı,ilah gibi güçlü kuvvetli karizmatik genç adam,kendine hiç güveni olmayan ama aslında içinde cevherler parıldayan genç kadın ve ikisinin arasındaki fırtınalı aşk.İsimler,mekanlar,fiziksel özellikler,ülkeler değişirdi ama ana omurga hep aynıydı.İçi boşaltılmış sıradan ve tırışkadan aşk hikayeleri. İşte Canan Tan,son çıkardığı romanıyla( ve aslında kendisinin ilk romanıdır) bu beyaz dizilerin pembe dizilerin kıvamında yeni bir tırışka aşk romanı yazarı olarak hayli ilginç bir okur kitlesi sahibi olacak,söylemedi demeyin. Yine de benim acımasız eleştirimi fazla ciddiye de almadan aslında kitabı kendiniz okuyun,sonra burada yorumlarınızı yazarsınız. Sizi seviyorum anacııım,hadi gidiyorum,daha önümde uzun yıllar sonra bana Nobel getirecek bir türlü bitemeyen bir roman var,onu yazmaya gidiyorum,hoşçakalın,kitap okumadan uyumayın…

PİDEYE KOŞAN ÇOCUK

Camilerin başka bir ışıltılı anlam yüklendiği,unutulmuş evliya mezarlarının nurlandığı,yılın onbir ayında işlenen hatırladığımız veya hatırlamadığımız,hatırlamadığımızı bile hatırlamadığımız günahların gün boyu aç susuz gezerek ödenebileceği umuduyla kulaklarımızı televizyonların radyoların minarelerin ezan sesine dayadığımız ay geldi. Umutlar,dilekler,niyazlar,hiç olunmayan ,belki onbir ay boyunca hiç olunmayacak kadar temiz kalpler,verilen her sadaka sonrası duble Ramazan sevabı bekleyen eller,yürekten teslim olanlar,doğuştan teslim olanlar,teslim aldığımız nefs,teslim ettiğimiz beden. İftara yakın canavarlaşma kapasitesini gaz pedalında deneyen ,yemeyi ve içmeyi keserse orucun tüm farzını yerine getirmiş olacağından küfür ve el hareketlerinin orucunu zedeleyebileceğini aklına bile getirmeyen sürücüler,oruçsa herkesi oruç zanneden, tutmuyorsa herkesi tutmuyor zanneden ,sorulmadığı halde her ortamda oruçlu olduğunu ilan etmekten anlayamadığım türde bir zevk duyan,neye dayanıp neye dayanamadığını,kaçta yatıp sahura kaçtakalktığını ballandıra ballandıra anlatan reklam meraklıları.Sağ elin verdiğini sol elin bile bilmesin diye emreden bir dinin dışında yeni bir din yaratıp,sağ elini de sol elini de birbirine çarpa çarpa çıkardığı sesle bağırta bağırta nerelere ne yardımlarda bulunduğunu anlatarak yaradana,sürekli hatırlatma yapma ihtiyacı duyan asıl ‘’ihtiyaç sahipleri’’ !!! Haberlerde yıllardır hiç değişmeyen çarşı Pazar görüntüleri ile iftarlık sahurluk yiyeceklerin fiyatları,iftarda ne yemeli ne yememelinin bir uzmana danışılarak alınan cevapları,çadırlardan yapılan iftar öncesi yayınlar,niye çadıra geliyorsunuz abukluktaki soruların her zamanki beylik cevapları.Bu çadırda yemek yemeye ihtiyacı olanları düşünmeyip,tamamen meraktan ve açgözlülükten geliyorum demeyi ar edip,kalabalıkla yemek zevkli oluyor yalanları… Her şeyi ama her şeyi abartan bir millet olduğumuz için,sıradan,rutin,sessiz ve bir o kadar da içsel yaşanması gereken bu eşsiz süreci bir ay boyunca magazinselleştirmek,kirletmek için ulusça harala gürele çabalarımız. Reklam şirketlerince kalıp haline getirilmiş kullana kullana eprimiş,eskimiş,bayatlamış milli değeler;Her ne reklamı olursa olsun ya davulcu,ya Hacivat Karagöz,ya top patlama sesi ya da pide almak için fırına koşan minik.O miniğin getirdiği pideleri yetmiş iki sülale tekmili birden oturulmuş iftar sofrasında bekleyen aile.O iki pide kime yeter o kalabalıkta bu da ayrı hikaye.Sonra?Sonrası işte,ya banka kartı,ya gazlı içecek,ya margarin,ya yoğurt reklamı çıkar çıka çıka. En güzel tarafı Ramazan’ın,ihtiyaç sahiplerine uzanan gizli ellerdir oysa. Sofradaki hiç kimsenin aslında oruç tutmadığı,hayatında açlığı susuzluğu tadmadığı,ama yalandan ezan sesiyle su içilip zeytin,hurma ile iftar açıldığı gösterişli iftar ziyafetlerinde harcanan parayla, kaç ailenin birkaç günlük zaruri gıda ihtiyacı görülür,bir hesaplansa ya… Her şey kirleniyor her şey.İbadetler,inançlar ve onların sunuluş biçimleri. Her ulusal kanalın haber bülteninde,mutlaka bir evliya türbesi haberi var artık.Ziyaretçilere mikrofon dayayan muhabir,oraya niye geldiklerini soruyor,onlar da şunu diledim bunu diledim oldu diye ballandıra ballandıra anlatıyorlar.Bakın görün ey izleyici kitlesi,dualarınız dilekleriniz anca böyle kabul olur,siz de gidin,mesajı ne hoş veriliyor!!!Sorumlu televizyonculuk bu olsa gerek!Evliya türbesinde (evliya...bu da ilginç bir kavram.Mezarının türbe haline gelmemesi için gizli tutulmasını isteyen bir peygamberin dini,ne hale getirildi) nöbet tutan bir Allah var anca oralarda duyar sizin dualarınızı!!! Herşeyin bu kadar şuursuz ve acımasızca tüketildiği bir ortamda,türbe turizmine kaymakta olan Ramazan da,camilerden yayın yapılan ve insanlar için sadece kafiyeli telefon mesajlarından ibaret olan kandiller de,kendi diliyle,kendi cümleleriyle dua edemeyecek ve yaradıcıyla arasına birisini koymadan niyetini niyazını yapamayacak hale gelmiş,sanduka başlarında Allahı arayan Türk İslam toplumu da yavaş yavaş kirleniyor.Kirlendiğimizin farkına varamayacak kadar siyahız çünkü.Üzerimize ancak beyaz ,bembeyaz bir leke düşerse anlayacağız ne kadar kire bulaştığımızı. Kimisi nur der,kimisi aydınlanma,kimisi hidayete erme,kimisi kalp gözünün açılması,kimisi Allahın hikmeti,kimisi rüyadan uyanma,kimisi benden çıkıp biz olma,kimisi aşkı bulma,kimisi Rabbe varma,kimisi Nirvana…Adı her ne olursa olsun, Allah o beyaz lekeyi hepimize tez vakitte nasip etsin dilerim.