sağtık

HIRSIZ VE MEYVE AĞACI

Çalmadan yaşayamayan canlılar var.

Ama ille başkalarının hayatlarına ait bir şey olacak çaldıkları.

Zaman çalarlar.

Emeğinizi çalarlar.

Güveninizi çalarlar.

Merhametinizi çalarlar.

Haketmedikleri şefkatinizi çalarlar.

İyi niyetinizi çalarlar.

Sabrınızı çalarlar.

Onlara gösterdiğiniz dayanma gücünü çalarlar.

Sünger gibiler.

Tüm çaldıklarını emer emer ,sindirirler.

Doymadan çalarlar.

Lütfunuzu çalarlar.

İhsanınızı çalarlar.

Tüm çaldıklarını bir araya getirip tartsanız,ortaya belki de mükemmel bir dostluk çıkabilecekken,dostluğunuzu çalar,karşılığında avcunuzu yalatırlar.

Bazen böyle insanlar giriverir hayatınıza.

Bazen tesadüfle,bazen şartlar öyle zorladığından.

Bazen akrabalık ilişkilerinin mecburiyetinden.

Aslında belki de,normal şartlar altında,asla arkadaş,dost,yaren olarak seçmeyeceğiniz,tercih etmeyeceğiniz insanlardır.

Eğitim farkınız vardır.

Yetiştirilme farkınız vardır.

Kültür farkınız vardır.

Karakter farkınız vardır.

Hayata bakış pencereniz farklıdır.

Olayları algılayışınız,yorumlayışınız farklıdır.

Sosyal bir ortamda,belki oturup iki satır kelam etmeye kalksanız,aslında ne boş,ne yetersiz,ne çöpten adam olduklarını iki dakikada anlayıvereceğiniz,bu nedenle de asla sohbetinizi,hatta muhatap olmanızı bile hak etmeyecek insanlardır.Sizin onlar için bir nimet olduğunuzu asla kabul etmek istemezler.

Ama işte dediğim gibi,bazen mecburiyetlerden,bazen zoraki akrabalık ilişkilerinden,bazen zoraki iş arkadaşlığından,bazen zoraki komşuluktan,mecbursunuzdur onu görmeye.Katlanmaya.

Zaman içinde,insan yerine koyduğunuz ama aslında insan taslağı halinde gezen bu canlılar,hayattan hiçbir şey öğrenememiş,erdem ve ahlak adına hiçbir kazanım elde edememiş bu insanımsılar,sizi meyveli bir ağaç olarak görmeye,tüm meyvelerinizi koparıp koparıp çalmaya başlar.

İşin kötü yanı,siz de buna müsaade edersiniz,çünkü "Kandil, etrafını aydınlatmakla,kendi ışığından bir şey kaybetmez"demiş Mevlana.Ne kaybedeceksiniz ki,o kopardıkça,onlar kopardıkça,mevyenin de çiçeğin de yenisi gelir,diye düşünürsünüz.

Çünkü köklerinizi besleyen toprak çok zengin.O toprak eğitimli,o toprak yüklü,o toprak sizin bir hayat boyu biriktirdiğiniz,"o ağaç" olmanızı sağlayan toprak.

Ama o insanımsılar,bunu göremeyecek kadar aşağıdadırlar.

Sizin yüksekliğinizi anlamaları için kafalarını çok …ama çok yukarıya kaldırmaları gerektiğinden,bunu bile yapmaya üşenip,ancak uzanabilecekleri kadar yükseklikten,meyvelerinizi koparmaya devam ederler.

Ta ki…

Ta ki,kopardıkları meyvelerden bir tanesi,ağızlarında acı bir tat bırakana kadar.

Ya da meyvenizin çürümüş bir yeri midelerini yakana kadar.

O an,sizden çaldıkları her şeyi unutuverirler,çünkü hamurları nankörlükle,hasetle ve ahlaksızlıkla yoğrulmuştur.Ağızlarındaki acı tat,onlar için öyle önemlidir ki,bir vaveyla bir feryat kopartırlar ki,sormayın gitsin.

Sizin meyvelerinizi aşırıp durmak için hani kollarını yukarıya uzatıp durmuşlardı ya.

İşte bu kadarcık bir yorulmayı,ellerini size uzatmaktan doğan yorgunluklarını bile,size yapılmış bir lütuf,sizin için harcanmış bir emek zannedip,ulu ağacın gölgesinde geçirdikleri şen ve neşeli hayatı da bir güzel inkar edip,köklerinizi ve dallarınızı baltalamaya çalışırlar.Sanki o toprağı,sanki o kökleri onlara borçluymuşsunuz gibi.

Çünkü çiğdirler.

Çünkü,yemek yedikleri tabağa,karınları doyduktan sonra tüküren cinstendirler.

Çünkü,sürekli cami duvarına hacet gören köpeklerle aynı ruha sahiptirler.

Çünkü henüz insan olamamışlardır,çünkü henüz taslak aşamasındadırlar.

Ne komik.

Sizden çaldıkları onca şey,sizden hiç bir şey ama hiçbir şey eksiltemezken,

Sizin dallarınız hala meyve ile dolup taşarken

Onlar, bir zamanlar ağızlarının suyunu akıtan meyvelerinizi kötülemeye başlar.

Bir yandan da başkalarının faydalanmasına sunduğunuz meyveleri hala hasetle ve yürek yangınlarıyla uzaktan uzağa izlerler.

Bir daha o meyveleri asla toplayamayacaklarını,

Bir daha o ağacın gölgesinden asla faydalanamayacaklarını,

Bir daha o ağacın yapraklarının hışırtısını bile duyamayacaklarını bilirler çünkü.

Bütün pislik kusmaları,bu kaybın acısındandır aslında.

Kendileri yayla,çayır otudur,ağaç olmak,onlara beş on boy büyüktür, çünkü.

Ve hatta şunu da idrak edemezler ne yazık ki;

Sığırlar,koyunlar,yaylada çayırda ,bu otlarla beslenir....

Ve hayatlarının geri kalanında sığırları beslemeye devam edecek olan tüm otlara,hediyemdir bu yazı.

BEDEN EĞİTİMİ DERSİ KALDIRILSIN MI?


Spordan sorumlu devlet bakanımız,
''Beden eğitim dersleri bugünkü haliyle hiç bir işe yaramıyor. Çağdışı bir anlayıştır''demiş.
“Bir öğrencinin haftada bir 45 dakikada beden eğitimi yapamayacağını, bunun yetersiz olduğunu anlatan Özak, bu nedenle daha kapsamlı spor dersleri oluşturulması gerektiğini ifade etti. 
Özak, çocukların sağlıklı yetişmesi ve sosyal olmaları için daha iyi koşullarda ve daha uzun süreyle spor yapmaları gerektiğini kaydetti.”diyor haberin devamında.
 

 Okul çağındaki bir çocuğun en sevdiği ders kaldırılıyor.

Çocuk bu tabiisevecek…Koşacak,hoplayacak,zıplayacak,topa vuracak,kuduracak,terleyecek,yanakları al al,atleti suya batıp çıkmış hale gelene kadar koşturacak…
Sonra?
Sonra zil çalacak.
Aaaaa!!

Beden Eğitimi dersi bitti!

Hadi koş sınıfa.
Soyunma odaları varsa şanslısın,yoksa,sınıf kapısını birisi tutarken önce kızlar,sonra erkekler üzerini değiştirecek.

Terli terli,yapış yapış bedenlere,tekrar okul formaları giyilecek.

Islak ve kirli eşofmanlar poşete tıkılacak.

Ayaklar,koltuk altları,apış araları,sırt,göğüs,boyun,saç dipleri…velhasıl ne kadar kuytu bölge varsa etrafa cehennemi bir ter kokusu yayacak.Bir de bu koku,aşağı yukarı kırk-elli öğrencinin doluştuğu tek bir sınıf içinde buhar buhar yayılacak.

Kaslar hızla soğuyacak.

Tıpkı beden eğitimi dersine giderken kasların hızla çalışmaya başlaması gibi.Hiç bir ön ısınma,ön egzersiz yapmadan belki.

Kasların içine birikmiş laktik asit,genç bedenleri cayır cayır yakarken,o bedenin üzerindeki kafa,havuz problemi ya da haçlı seferleri üzerinde kafa yormaya çalışacak.O ter,akciğerler üzerinde yavaş yavaş soğurken!

Ne oldu?

Eğitebildik mi o bedenleri?

Neden hala ülkenin yarısından fazlası,bel,boyun,sırt ağrılarıyla mücadele ediyor?
Etrafta, beli,boynu veya sırtının ağrısından şikayet etmeyen kaç kişi var?
Ortopedi kliniklerinin kapısındaki hasta sayısı nedir?
Ya obezite?
Ülkenin kaçta kaçı obez?

Sokakta yürüyen kaç kişi,düzgün postür denen şeyi biliyor?
Kaç kişi doğru biçimde eğilme,yerden bir şeyi kaldırma,doğru oturma hakkında bilgi sahibi?
Tıbbi hiç bir açıklaması olmayan "damar damar üstüne binmiş","Damarlarım içiçe geçmiş" gibi olağandışı açıklamaların altında yatan cehalet nerden kaynaklanıyor?
Şişmiş,belki de ödem yapmış kasları,önüne gelene çiğnetmek,ödemi daha da azdıracak şiddette ovdurmak,bilinçsizce boyun kıtlatmak,bel kütletmek,diz çatırdatmak ve sonra da rahatladım sanmak,fiziki bedene ait bilinç alt yapımızın ne kadar çürük olduğunu yeterince ifade edebiliyor mu?
BEDEN EĞİTİMİ Mİ SPOR MU?
Şimdi burada sapla samanı ayırmakta da fayda var.
Bakan,beden eğitimi dersi ile spor kavramını bir arada kullanmakla başlıyor bence yanlışa.

Beden eğitimi başka bir şey,spor başka bir şey.

Bedeni eğitebilmeyi eğer gerçekten küçük yaşlarda öğretebilseydik çocuklarımıza,bu gün metrekareye düşen bel fıtıklı,omurgası hasta veya şişmanlıkla savaşan bu kadar fazla olur muydu?


Beden eğitimi dersinde,kasadan takla atıp da geçer not alanlar.
Minderde ters taklayı beceremeyip arkadaşlarına madara olanlar.
Hatta hatta doğru biçimde sağa dön,sola dön komutuna uyarak öğretmeninden pekiyi almayı başaranlar.

Hepinize soruyorum.
Hayatta ne işinize yaradı?

Üç adıma,kuralıyla ve doğru girip, topu potaya kuralıyla atanların,eğer hayatını basketboldan kazanmıyorsa, bu günkü kazancı nedir?

Atamayanlar ne kaybetti?

Doğru manşetle voleybol topunu karşılayabildiniz diye,hayatınızı voleyboldan kazanmıyorsanız ,hanginiz bu gün işyerinde terfi alabildiniz?

Yolda yürürken hanginiz ,o öğrettikleri sağa veya sola dönme komutuyla döndü bir yöne?

Kaldırımda önünüze çıkan parketmiş otomobilin üzerinden ,kasadan atlar gibi takla atarak geçebildiniz mi?

Bedeni eğitmek bu mu?
Neden çocuklarımıza ,daha ana sınıfından itibaren,doğru yürümek,dik durmak,diyaframdan doğru nefes almak,yürürken omuzları,boynu doğru duruş postüründe tutabilmek,hayatlarının en az on iki senesini geçirecekleri o sağlıksız tahta sıralarda omurganın ağzına sçmadan doğru şekilde oturmak,yerden ağır bir cismi doğru biçimde kaldırmak,yere doğru biçimde eğilmek gibi,hayatımız boyunca kullanacağımız ön önemli bilgiler verilmiyor?

Dersin adı BEDEN EĞİTİMİ ise,bedeni 
bu şekilde eğitmektir işin asıl olması gereken yönü.
Günde ne kadar su içilmeli,hangi egzersizlerle güne başlanmalı,her gün düzenli olarak hangi egzersizler yapılırsa,bacak,bel,sırt,boyun gibi en çok kullanılan kaslar güçlendirilir,bunlar neden öğretilmiyor?

OKULLARIN SPOR OLANAKLARI
Türkiye şartlarında herkes özel ve pahalı okullara gidebilseydi-ki zaten o zaman devlet okulu diye bir şey kalmazdı- herkesin çocuğu pamuklu ve sağlıklı eşofman satın alabilseydi,herkesin çocuğu doğru spor için doğru ayakkabıya sahip olabilseydi,beton zeminde krampon,spor salonunda mokasen kullanmak zorunda kalmasaydı,herkesin çocuğu ,okulunun spordan sonraki duş imkanından faydalanabilseydi,spor sonrası atılması gereken laktik asit için 15-20 dakikalık gevşeme ve dinlenme zamanına sahip olabilseydi…evet muhteşem olurdu.

Bir de üst üste iki ders boyunca yorulmuş,ter atmış bedenlere,hemen arkasındaki ders saatinde yazılı veya sözlü stresi yaşatılmasaydı keşke.

Evet bakanımız haklıdır.Bu günkü şartlar altında Beden Eğitimi dersleri çağdışıdır.

Lise ikiye giden oğlumun ve bilumum arkadaşlarının,ilkokul birden beri bronşit,kas spazmları,gereksiz yaralanmalar,burkulmalar vs.yaşamasına neden olan illet ve gereksiz bir şeydir.

Geçen hafta ördek yürüyüşünden not almak için sınıfça,baldır kramplarıyla boğuştular on günden fazla.

Bedeni eğitmek şöyle dursun,bu günkü haliyle beden eğitim dersleri,kas iskelet eklem sisteminin ağzına sçma dersleri olarak uygulanmaya devam etmektedir.

NE OLMALI?
Her şeyden önce,BEDEN EĞİTİMİ adı altındaki ders,yukarıda sözettiğim temel bedensel eğitim programı kapsamında devam etmeli.Spor dersi olarak değil.
Ana sınıfından başlayarak çocuklara bu disiplin kazandırılmalı.Tıpkı Atatürk’ü öğrettiğimiz gibi,tıpkı bayrağımıza sevgiyi aşıladığımız gibi.Bedenini doğru kullanma bilinci en az sekiz yıl boyunca sürekli olarak bilinçaltına verilmeli.

Spor yapmak isteyen çocuklar peki?

Evet iş burada biraz çetrefilleşiyor.
Çocuklar bir spor dalına özendirilmesin mi?

Bakın ,şimdi yıllarca,cocuklara müzik dersinde,hayatta hiç kimsenin sesine tahammül edemediği blok flüt çalmayı öğretiyorlar.Salak salak melodilerle hem de.
Resim dersinde,çocuğa resim yapmayı öğretmiyorlar,resmen resim yapmaya zorluyorlar.
Bu kadar işte!

Parası olan veli,çocuğunu folklor kursuna yazdırıyor fazladan o kadar.
Sanat,sosyal etkinlik anlayışımız bu kadar.

Belki seramikte harikalar yaratacak,belki imkanı olsa yüzme şampiyonu olacak,belki gitarda veya kemanda virtüöz denecek kadar başarı elde edecek,belki masa tenisinde rakip tanımayacak çocuklarımız vardır ama hiç kimsenin bundan haberi yok.Çünkü çocuk bunlarla hiç tanışamadan büyüyor.

Şanslıysa,okulunda beden eğitimi öğretmeni varsa,parasını aidatıyla ödediği birkaç voleybol ,bir iki basketbol topuna dokunabiliyor işte hepsi bu.

Ne olmalı?

Türkiye’nin bunu başarabilmesi çok zor ama haftada en az dört saat,”hobi” dersi olmalı.O saat gelince ,her çocuk okulunda yaratılmış (ya-ra-tıl-mış) imkanlar dahilinde,seramik,vitray,gitar,keman,piyano,bale,jimnastik,tiyatro,yüzme,folklor,koro,fotoğraf ya da her ne ise hobisi,o sınıfa gitmeli.Ya da basketbol sahasına,voleybol sahasına..Haftada toplam üç saat,yani dört ders saati bunu yapmalı.
Bu tür aktiviteler,eğitsel kol adı altında dandik uygulamalardan öteye gidemezken,Türkiyem için çok mu yüksek hayaller kuruyorum?
Köydeki çocuklar ne yapsın diyeceksiniz.
İnanın bilmiyorum.
Köydeki çocuk daha üzerine giyecek önlüğü zor bulurken,onlara da bu tür imkanlar götürülsün demek hayal kurmaktır biliyorum ama…
BEDEN her şekilde her yerde,sistemli biçimde eğitilebilir,onu bilir onu söylerim.

KOŞ METE KOŞ,VUR METE VUR

Her ne kadar bu sene artık hiç bir yerli projeyi izlemeyeceğiz,Ezel'le yetinecek,CNBC-e dizileriyle devam edeceğiz diye bir karar aldıysak da ailece,Osman'ın masa altında ağladığı o sahnede(hem de tam o sahnede) bu diziyle karşılaşıverince olan oldu.

Osman'ın oyunundaki inandırıcılığa inanamayarak ekrana kilitleniverdik ve sonra sulugöz Türk ailesinin birer bireyi olarak konu da bizi içine çekiverdi ve bu diziyi de izlenecekler listesine aldık.

Tabii,tv-sinema okumuş olmanın verdiği teknik tiklerimle,her zamanki gibi,bir sürü ayrıntıyı eleştire eleştire,saçmalıkları anında saniyesinde tesbit edip ev halkımın kafa etlerini yiye yiye,ne kadar izleyebilirsek.

Tamam konu enteresan,güzel.İnsanı içine alıyor,milletcek dramı,acıklı aile trajedilerini izlemeye bayılırız da üstelik milletce. Yine de izlerken,bir çok şey beni rahatsız edip duruyor.

Bir kere şu Mete meselesi. Meteyi oynayan Aras Bulut İynemli'yi,aslında Beren Saat'li cips reklamından biliyoruz,hani şu cipsi Beren'e doğrultup,onu sahile hüpleten genç.(Ne o?Yoksa bilmiyor muyuz?Bir tek ben mi dikkat etmişim yoksa?)

Oyunculuğunu da çok başarılı bulduğumu söylemeliyim.Henüz çok genç ama biraz ilerde,oyunculuk açısından oldukça avantajlı olan ses tonu sayesinde,harika roller oynayabilir.E

krana fazla uygun olmayan burun yapısı ile de biraz oynayıp,burun kemiğini biraz daha inceltirse,yüzüne yakın çekimlerde seyirci burnuna takılmadan daha rahat izler diye düşünüyorum.(Hay allah,ne anlatacaktım,neyden sözediyorum!)

Berrin'i oynayan genç kızımız ise her nedense sürekli bir nezle,sürekli bir sinüzit muzdaribi halindeki sesini daha iyi kullanmayı öğrenir diye umuyorum.Yaşına göre oldukça tok bir ses.Ancak bu burun tıkanıklığı müzmin korkarım.

Bana en sevimli gelen Aylin...Saçlarını iki yandan tutturup sırt çantasının askılıklarına asılan kollarıyla çok sempatik geliyor.

Ve Osman tabii ki ya!

Çocuk,neşeden çok kederi oynamak için yaratılmış.Koşturup sevinçli olduğu sahneler sanki daha bir zorlama ama ağladığı,hıçkırarak konuştuğu sahnelerde,resmen oynamıyor,yaşıyor.

Bu yaşta,bu şekilde kendisini seslendirip,bir de ağlayarak repliğini söyleyebilmesi çok şaşırtıcı. Osman sanki sahici değil,Osman sanki herkesi kekleyen bir cüce.Çocuk rolüne girmiş büyücü falan.

Hepimizin hayatında ,birer Neriman Yenge var değil mi? Benim her iki amcamın da,hatta dayımın da karısı mesela o.

Soğuk,şefkatsiz,patavatsız,vurdumduymaz,fesat,dedikoducu,hatta nalet.

Çoğumuzun çevresinde,belki bu satırları okuyanların bizzat ailesinde birer Caroline var ya da geçmişte olmuştur.

Birer Ali Akarsu da olmuştur mutlaka yakın çevrede.Belki birilerinizin babasıdır birebir,Ali Akarsu.

Birilerimizin anneannesi,babaannesi tıpkı Hasefe Hanım'dır mutlaka. Evet doğal karakterler.

İstanbul Üniversitesi civarındaki ve Beyazıt kampüsü içindeki sahneleri izlerken özellikle nostalji adına çok şey yaşıyorum. Benim okulum,benim kampüsüm,benim mekanlarım,benim anılarımın geçtiği duvarlar,benim tarihim,benim sokaklarım,benim yaşadığım sağ-sol çatışmaları,benim yaşadığım sloganlar,taşlı sopalı kavgalar...1967'lerdeki kavgalar,1990'lara pek de değişmeden taşınmış,en azından bunu görüyorum.

Projede kullanılan eski arabalara,eski kostümlere de hastayım ayrıca.Malumunuz,Yeşilçam Çocuğuyum Ben

O saçlara,kıyafetlere,çoğu bir zamanlar evimizde yer alan sehpalara,vitrinlere,şekerliklere,vazolara hastayım. Ama dedim ya işte,beni rahatsız eden bir şeyler de var.

Ali'nin sınır tanımayan vicdansızlığı mı desem?

Şuursuz pervasızlığı mı desem?

Hayır tam da bu değil,bu tip çok baba var her toplumda.Sorumsuz,bencil,duyarsız,acımasız,sevgisiz...

Beni asıl rahatsız eden şey Mete.

Mete'nin her bölümde,deliler gibi,ipini kopartıp bir yerlere koşması. Deliler gibi,kendisini kavgaya,şiddete adaması.

Tamam,verilmek istenen mesaj anlaşıldı,onu biliyoruz,babasından gördüğü şiddet nedeniyle,o da aynı şiddeti etrafına uyguluyor,bildiği tek dil bu.

Fakat biraz dozu kaçmış değil mi sizce de? Amcasına yumruk,hatta karnına tekme,babasına yumruk,okulda arkadaşına yumruk falan.

Mete her bölümde koşuyor,Berrin peşinde.Nezleli sesiyle Mete duuur diye çığırırken görüyoruz.

Mete her bölümde birilerine yumruk sallıyor. Mete,kendisine olağanın dışında aşırı yakınlık gösteren müzik öğretmenine aşık.

Müzik öğretmeninin gereksiz okşamalarla,çocuğun aklına zorla karpuz kabuğunu sokması da başka rahatsız edici bir şey. Yani anlayışlı öğretmen başka bir şey tabii,sürekli bir öğrencisini hedef alıp sınıfta onu onore eden,her konuşmada ya yanağını ya kolunu okşayan öğretmen de ayrı bir şey.

Üstelik duygusal yönden henüz olgunlaşmamış yaşta ve sevgiye aç bir gence karşı biraz fazla aşırı bir yakınlık. Kaldı ki bir de genç nesilin daha bir iri, bedenen şimdikilerden çok daha gelişmiş olduğu o yıllarda.

Mete'yi örnek alabilecek,henüz kişiliği oluşmamış binlerce genç var ülkede.Belki aynı ailevi dramı yaşayan,belki de sadece etrafı tarafından ezilen veya horlanan.Birilerine bir yumruk atıp rahatlama hayalleriyle gece başını yastığa koyan.

Bundan sonra durmayacağım diye koştuğu sahnede,onu birebir taklit etme hevesiyle,ben de Mete gibi olacağım kimseye eyvallah etmeyeceğim,karşıma çıkana yumruğu çakacağım diye taklit edebilecek binlerce genç var. Aile dramları,engin konu.

Senaristler için,aile içi problemleri konu almak her zaman bereketlidir,binbir türlü dram,binbir türlü yaşam var çünkü.

Fakat,bir dramı işlerken de ,duyarlı olmak,mesaj kaygınız olsun ya da olmasın,ne olursa olsun,prime-time'de yayınlanan bir dizide,gençlerin rol model olarak alabileceği karakterleri oluştururken,ince eleyip sık dokumak lazım.

Şimdi,ne yapalım peki,Mete sürekli efendi çocuğu mu oynasın yani,diyecek olanlarınız da var.Doğrudur,bunu ben de düşündüm,çoğu genç,babasının metresini eve getirmesine,babasının kardeşlerine ve annesine yaptığı bunca zulme tepkisiz kalamaz. Hele de ailenin koruyan kollayan erkeği görevi ona düşüyorsa.

Ama en azından,babasına yumruk atması,amcasının suratına patlatması hoş değil. Farklı bir yorumu olabilir isyan etmenin de...

Üniversitedeki öğrenci olaylarında,hiç polisin gelmemesi şaşırtıcı. Berrin'in avukatın bürosunda ses bombasıyla yaralandığı zaman da aynı şekilde,hiç polisin gelmemesi,olayları soruşturmaması,gençlerin ifadesini almaması enteresan. Cemile,Caroline'i bıçakladıktan beş dakika sonra siren çala çala olay yerine gelen polis ekipleri,öğrenci olaylarına pek karışmıyorlar anlaşılan.

Yine Berrin'in,Ülkücü Kürşat tarafından saçından çekile çekile sürüklenmesinin ardından,Berrin'in hakkını aramaması,şikayetçi olmaması...

Babası metresini eve getirdiği zaman da aynı şeyi düşündüm,okumuş kız,elinin altında bir avukat da var.Hiç mi avukata sormaz,bu durumu hukuki olarak ne yapabiliriz diye?

Bildiğim kadarıyla,o yıllarda zina suçu diye bir şey vardı.Bir kadın,kocasını veya koca karısını polis eşliğinde aynı mekanda bastırıp,zinadan hapse attırabiliyordu. Böyle bir kanuni hakkın olduğu yıllarda,ne Berrin'in ne Cemile'nin,bu hakkını kullanmak için herhangi bir girişimde bulunmamaları da enteresan.

Fakat o yılların ambulansını bile bulup projede kullanmışlar ya,vay be dedim.Çok güzel yakalanmış ayrıntılar var ,helal olsun.

Son bir not,diziye adını veren cümle,malumunuz,Erkin Baba'nın meşhur şarkısının ismidir.

Öyle bir geçer zaman ki..

Dediğim,aynıyla vaki

Birden dursun istersin,

Seneler olunca olunca mazi...

Hani en azından,Erkin Baba'nın 80'lerde piyasaya sürdüğü bu muhteşem şarkı,onun sesinden dizi jenerik müziği olarak kullanılsaydı keşke.

Hem sözleri de pek uyuyor.

günlere bakarsın katı katı

üzerine çekersin perde

yoldan geçenler var da

her akşam gelenler nerde

kara yazı yazıldı sanma

insanın da kaderi böyle

öyle bir geçer zaman ki

dediğim aynı ile vaki

ÇÖPLERİ ANCAK KÖPEKLER KARIŞTIR

Bir insanı,yakından tanımak için kaç yıla ihtiyaç var?

Kaç acıda,kaç felakette,kaç sevinçte gösterir insanlar içlerindeki filigranı?

Işığa tutunca yüreği ak mı kara mı belli olur mu,kağıt para gibi?

Yaratıcının herkesin içine gizlediği dekoderi çözebilmek,şifresiz ,boyasız,maskesiz yalın halini görebilmek için ne kadar süre beraber olmak gerekir?

İnsan değişken bir yaratık.

Beş yıl önceki sen ile şimdiki sen arasında bile dağlar kadar fark varken,başka bir insanı tanıyabilmek mümkün mü?

Birisine,kendini anlat dediğinde,ne kadar anlatabilir?

Hırslarından,yüreğindeki gizli kıskançlıklarından,zaman içinde biriktirdiği nefretlerinden,ezilmişliklerinden söz edebilir mi açık yüreklilikle?

Yüreğimin gizli köşelerinde hep içten içe şunu şunu istedim,ama sonuçlar hep şu şu şu oldu diyebilir mi?

Bırak bu sırları başkasına anlatmayı,daha kendisine bile itiraf edebilmiş mi ki?

Daha kendisi bile gizli dehlizlerinde ne hayaller ,ne tutkular,ne nefretler geziyor,farkına varabilmiş mi?

Kimse bir başkasını tanıdığını iddia edemez!

Kimse,kendisini en iyi tanıyanın yine kendisi olduğunu da iddia edemez.

Öyle taraflarımız var ki,kendimizin bile farkına varmadığı,bir başka göz,bir başka yürek çoğu zaman bizden daha iyi gözlemleyerek anlatıverir bizi bize.Bazen şaşırtır bunları duymak,bazen utandırır,bazen inkar ederiz,kendimize toz kondurmayız çoğu kez.

Bazen de öyle taraflarını yakalarız ki bir başkasının,onun kendisinin asla farkında olmadığı,asla kabul etmediği şeyler…nasıl etsek de söylesek,nasıl etsek de farkına vardırsak diye yarılıp dururuz.

Bir şeyi çok yakına,gözümüzün bir santim ucuna kadar getirdiğimizde,o şey bulanıklaşır.Görüntü dağılır,bozulur.Pikseli düşük fotoğraflar gibi olur.

Hayatımızdaki bazı insanlar da bu pikseli düşük fotoğraflar gibidir.O kadar burnumuzun dibinde,o kadar gözümüzün içinde,o kadar yakınımızdadırlar ki,yakınlıktan doğan görüntü kaybı nedeniyle,o kişiye ait fotoğrafın bütününü,tamamını,manzarayı göremeyiz.

Netlik ayarı olmaksızın,burnumuzun üzerinde taşıdığımız yakın gözlüğümüz gibi,yarı bulanık,yarı net biçimde onlarla yaşar gideriz.

Hayat tecrübelerim bana öğretmeye devam ediyor ki,bir insanı en iyi tanımanın yolu,onu burnunuzun ucundan biraz daha öteye itmek.Biraz daha uzaktan izlemek.

İnsanlar,hayatımızdan çıktıkları ya da hayatımıza uzak kaldıkları zaman,burnumuzun dibindeyken göremediğimiz şeyleri çok net görmemize olanak verirler çünkü.

Yakınlaştıkça görüntü bozulur,uzağa aldıkça gerçek yüzlerini,gerçek kimliklerini görürsün.

Ve o insanlar,hayatınızın içindeyken,burnunuzun dibindeyken,her ne yaşamış olursanız olun,uzaklaştıkları anda,yaşanan bütün güzel şeylerin ,gözünüzde silinmesi için sanki ellerinden geleni yapar gibidirler.

Kim demiş bir insanı tanımak için çok yakınlaşmak gerekir diye.Tam tersi bence.Başta en yakınına soktuğun kişiyi tanımak için onu biraz kendinden uzaklaştırman yeter.

Ne aşağılık ruhlar çıktı benim hayatımdan böylece,püfff diye…bir üfürmede yok olup gittiler.

Ne seviyesiz hayatlar tanıdım ben benden uzaklaştıkları anda farkına vardığım.

Ne beş para etmez insan müsveddeleri varmış ,burnumun ucundan uzaklaştırdığım anda farkına vardığım,meğer.

İnsan ilişkileri de insanlar gibi değişken.

İnsanların da tıpkı hava durumu gibi,gerçek sıcaklıkları ile,hissedilen sıcaklıkları farklı.

Gerçekte buz gibi olan bir insan,sana yaklaştıkça hissedilen sıcaklığı artıyormuş gibi geliyor bazen.

Ama uzaklaştığın anda,sıfırın altına düşen çok insan tanıdım.

Geçmişte beraber yaşadığın pek çok güzel şey için kendisini bulunmaz Hint kumaşı addeden bir sürü kişi oldu hayatımda.

Karşılıklı yaşanan fedakarlıları,karşılıklı yaşanan anlayışı,karşılıklı alınıp verilen dost elini,uzaklaştığı anda,sadece kendisine ait kutsal bir şey olarak görenler tanıdım.

Geçmişte aranızda iyi şeyler paylaşıldığı için,gelecekte yapacağı tüm yamukluklara,tüm çirkinliklere,tüm hafifliklere,tüm aşağılık davranışlara kredisi olduğunu zanneden zavallılar bilirim.

Ve burnumun ucundan uzaklaştırdığım anda gerçek yüzlerini ağır ağır bir taşın suyun dibine inmesi gibi hazmettire hazmettire gösterenleri…

Dostluk ,bir gün bir tarafın yaptığı bir çirkeflik yüzünden bitiyorsa,şunu anladım ki ,o şey hiçbir zaman dostluk olmamıştır.O şey,bir tarafın öteki tarafı idare etmesi,alttan alması,görmezden gelmesi yüzünden yürüyebilmiş zoraki bir şeydir.

Biten dostlukların ,biten arkadaşlıkların ardından bir taraf sürekli konuşuyor,bir taraf ise sürekli hakkında konuşulan kişi oluyorsa,ben hakkında konuşulan kişi olmayı tercih ederim.Her zaman da öyle oldu.

Birileri,bitmiş şeylerin ardından,hala kendisi yerine öteki tarafı suçlama ihtiyacı duyuyorsa,hala geçmişte yaptığı şeylerin büyüklüğü,alicenaplığı,zartı zurtu hakkında atıp tutuyorsa, hala kendisinin ne fedakar bir dost olduğunu ispat etmeye çalışıyorsa,zaten o dostluk adı altında yürütülmüş boktan şey iyi ki de bitmiş derim ben.

Dostlar,birbirlerine yaptıklarını konuşmaz.

Dostluk öyle bir şeydir ki,senin parasını ödeyerek herhangi birisine yaptırabileceğin bir şeyi konuşmaz dostluk.Dostluk,senin hiç kimseye parayla dahi yaptıramayacağın şeylerin tamamıdır.

Hastalandığında,parasını verip kendine bir bakıcı bulabilirsin.Dostluk bununla ölçülmez.

Parasız kaldığında bankadan,ondan bundan patronundan kredi alabilirsin.Dostluk bununla da ölçülmez.

Kötü günlerinde,zor zamanlarında bir şeylerini parasını ödeyerek de yaptırabileceğin insanlar varsa,bu hizmeti yapan kişi sana ille de dost olacak denilemez.

Dost, hayatta başına gelecek tuhaf durumlarda para ile satın alamayacağın şeyleri sana verebilmek adına yanında olabilen kişidir.

Burnunuzun dibinden uzaklaştırın insanları bazen.Gerçekten ne kadar da yakından tanıyabileceğinize o zaman şahit olacaksınız.

Ve işte o zaman,hayatınızda olması ile olmaması arasında bir fark yaratmıyorsa,salın iplerini gitsin.

Ve ünlü yazarın dediği gibi,atın çöpe ve ardınıza bakmayın.Çöpleri ancak köpekler karıştırır.