sağtık

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLET REZİL YOLLARI

Kapadokyaya gittiğimi anlatmıştım "GÜZEL ATLAR ÜLKESİ" yazımda.Ama nasıl gittiğimi değil. Eşimin uçak fobisi var binemiyor,otomobil yolculuğunu da ben sevmiyorum.Otobüs desen nefret bir şey.Aynı anda onca kişiyle aynı havayı solumak düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyor.Ben bankalarda,hastanelerde bile bekleme salonlarında karbondioksit salınımını düşündükçe kafayı yerim.Başkası karbondioksit versin dışarı,sen onu kapalı ortamda içine çek. Neyse işte Nevşehir'e deniz yolu yapmak gibi bir coğrafi buluş gerçekleşemediğinden,biz de dedik ki trene binelim,bir kompartımanı komple kiralarız,yata yata çuf çuf çuf gideriz. Kompartımanlar kuşetli.Kuşet denilen şeyi bilirsiniz mutlaka,karşılıklı iki koltuk var ya kompartmanda.Onlar yatıyor yatak oluyor.Üstte de iki kapalı yatak var ihtiyaç olunca indiriveriyorsun,etti sana dört kuşet.Kondüktör gelip yastığını,çarşafını veriyor,yolun uzunsa kafayı vurup yatıyorsun Neyse Haydarpaşa'dan bindik Doğu Ekspresine. Tabi ilk önce üçümüzde bir heyecan,bir neşe...Trenin kalması bile bir heyecan veriyor. Sonra bir süre sonra,kompartıman koltuklarının ne kadar sert,ne kadar oturulması zor ve ne kadar antiergonomik olduğunu anlıyorsunuz.Allahtan yanımda hep bel yastığımı taşırım. Oturur oturmaz,bavulları yerleştirmek için koltukların altına bir eğildik ki...fındık fıstık ooooo...sensin fıstık oooo...allah ne verdiyse yenmiş,kabukları yerde.Bir de üzerine şeftali ya da kayısı olduğu konusunda bir türlü fikir birliğine varamadığımız meyvanin suyu dökülmüş. Hijyen manyağı yazarınız yanında minik şişede çamaşır suyu ve bez getirdiği için,önce koltukların formika kısımları ile masa diye koydukları mini cep sözlüğü büyüklüğündeki konsolu bununla sildim.Ama en büyük hata,koltukların "kumaş" ile kaplanmış olması.Kazara bir tozunu silkelemeye kalktım,oğlum nerdeyse imdat frenini çekiyordu,o kadar toz yani.Yahu insan şunları plastik,vinil falan yapar di mi.Hiç bişeyle değilse bile kolonyalı mendille silip oturursun yani,kir tutmaz,toz tutmaz. Hadi onu geçtim,yatak olarak kullanılacak süngerlerin kaplanmış olduğu mavi kalın kumaş,artık siyahla lacivert arası bir kir içerisindeydi.Yanımda ekstra çarşaf getirmediğime bin pişman oldum. Bizimki dahil hiç bir kompartımanın camı tam kapanmıyor.Hem içeri rüzgar giriyor,hem tren hızlanınca (hızlanınca dediğime bakmayın işte 50km,den 65km.ye falan çıkınca hızlı geliyor tabii)cam tak tak tak tak diye ötüp uyutmuyor. Sonra bir de yan kompartımanlardaki komşularınızın her türlü muhabbetini siz kendi kompartımanınızdan dinlemek zorundasınız.Hele ki gece olup da siz uyurken içlerinden birini öksürük nöbeti tutmuşsa,tamam.Uyku muyku hak getire. Çocuklu aileler genellikle kompartıman tercih ettiklerinden,o çocuklar gece olup hava kararıp kör karıncalar bile uykuya daldığı halde kompartımandan dışarı çıkıp koşmaca yakalamaca oynuyorlar.Uyarıyorsun ama bu sefer de ya ağlama,ya da habire çişe gidip geldikleri için kompartımanın baaam güüüm diye açılıp kapanan sesine beş dakikada bir sıçrıyorsunuz Ne yazık ki kimsede kompartıman kapısını sessizce kapatabilme gibi bir meziyet ya da hassasiyet yoktu.Oysa ben çok denedim,yavaşça itince contalar sessice tık diye oturuyor,o kapıyı baaam güüüm diye kapatabilmek için ayrı bir yetenek gerekiyor ki o da bizim Türk ailelerinde bolca varmış,gördüm. Ankaraya gelmeden trenin ısıtma sistemi arızalandı.Üşüye üşüye mahvoldu herkes.Kondüktörler dedi ki,Ankara'da var tek teknik arıza.Oraya varmadan hiçbirimiz bir şey yapamayız. Yani yolda tren bozulsa,yandınız.İnip de başka araca binme şansınız da yok ki karayolu gibi. Bekle allah bekle ki başka tren gelecek,arızaya bakılacak falan... Tuvaletler feciii.Zaten Türkiye'de olup da,toplu kullanıma açık biryerde tuvaletin idare eder durumda olabilmesine ihtimal vermemiştim ama,şöyle diyeyim.Tren kalkmadan önce tuvalette hem sıvı sabun,hem kağıt havlu hem de tuvalet kağıdı vardı.Tren kalktıktan on dakika sonra tuvaleti kullandım.(Dururken kullanamıyorsunuz,atığınızı dışarı alacak sistem çalışamıyor çünkü)sıvı sabun bitmiş,tuvalet kağıdı ıslak olarak bütün halde yere atılmış,kağıt havlu ise iki yaprak kalmış vaziyette tamamı çöp kovasına doldurulmuştu. Kondüktöre,kompartımanımızın çok pis olduğunu,bir paspas yapılıp yapılamayacağını sordum.Dedi ki ancak fırça ile kabukları alabilirler,paspas imkansız.Ankara'da var temizlik ekibi bir tek.Oraya varınca söylersiniz,paspas atarlar. Koltukların üzerindeki cam benzeri malzemeden yapılan çanta ve el bagajı koyma bölmesine nasıl becermişlerse,önceki yolcular ayran dökmüşler ve o orda kurumuş. Yemekli vagonun koltukları çok rahattı.Sık sık oraya geçip biraz rahat ettik.Üstelik de vinileks kaplıydı.Fiyatları biraz pahalı geldi,yiyeceklerin.İçecekler normaldi de yiyecekler,bisküvi krakerler falan fazla kazıktı.Gerçi bir tek kahve içtik,yemek işini yanımıza börek poğça falan alarak halletmiştik. Zaten aklı olan yanında getirir.Ama tabii Pulman koltuklu vagonda seyahat eden için o kadar kişinin içinde çıkarıp yemek yemek zor.Mecbur yemekli vagondan faydalanıyor onlar.Allahım koca bir vagon dolusu insanla aynı havayı soluya soluya yolculuk düşünemiyorum,bak yine fena oldum.Ağzı kokan var,ayağı kokan var,ağzı burnu kulağı akan var,hapşıran var,ıngaaalayan var,bağıra çağıra sohbet eden var,ve hava soğuk diye hiç bir cam açılmıyor.Herkes birbiriyle nefes kardeşi. Asla bana göre değil! Her şeye rağmen kompartıman aldığımıza memnundum. Ama pulman koltukların araları bayağı bir açık bırakılmış ayak uzatılabiliyor ,bir de koltuklar fonksiyonel yapılmış oldukça fazla arkaya yatıyor,en azından bizim kütük gibi kompartıman koltuklarından daha iyiydi.Üstelik de kumaş kaplı da değil,yani,sil temizle otur rahat rahat. Temiz olan tek bir şey vardı,ara koridorların dış camları bir de size verilen yastık ve çarşaflar.Özel poşetinde,kaç kişilik biletin varsa o kadar getiriyorlar,hepsi bembeyaz,ütülenmiş,kolalanmış,tertemiz kokuyor.Bizde fazladan bir bilet daha olduğundan,dördüncü yatağı da ıvır zıvırları koymaya kullanıp,yastıkları yedekleyerek uyuduk. Kayseriye indiğimizde inanılmaz ama cidden inanılmaz bir soğuk vardı.Kayseri garı oldukça köhne,bakımsız.Hele tuvaleti inanılır gibi değil,Obama oralara gitse de o geliyor diye azıcık bakım yapılsa keşke. Sonuç olarak bu yolculukta hem iyi hem kötü anlar yaşadım.Daha doğrusu yaşadık,diyeceğim ama oğlum yolculuk boyunca PSP denilen şu portatif oyun ekranı ile oynayıp durduğundan,trende miyiz gemide miyiz arabada mıyız onun için pek farketmedi.Bir arkadaştan yolculuk için ödünç almıştık,Anne bana bundan alsanıza diye yalvarıp durdu.Aklınız varsa sakın almayın,çocuğu dış dünyadan tamamen alıp kopartıyor.Bilgisayardan daha küçük olduğundan her yerde çocuğu kendine çekiyor. Konuya dönelim,trenin en güzel şeyi,etrafı seyrederken yanınızdan ve karşınızdan sürekli otomobil,tır,otobüs gelip geçmemesi.Alabildiğine doğa,alabildiğine toprak,alabildiğine ağaç,alabildiğine dağ...Bol bol güzel minik dereler,güzel minik köyler,güzel büyük araziler görüp harika fotoğraflar çekebilirsiniz. Yolculuk iyi,vasıta kötüydü.Benim gibi evinizin önünden her gün yolcu trenleri geçiyorsa ve o trenlere özendiğiniz için böyle bir yolculuk tasarlıyorsanız,işte TCDD nin durumu budur.Dilerseniz koltukta,dilerseniz kompartımanda gidin,her ikisinin de durumunu anlattım.Ama kalabalık şekilde kompartıman kiralayıp,sohbet ede ede gidelim,kimse şoförlük yapmasın herkes yolculuğun içinde olsun diyenler için elzem. Hele uğrunda Kapadokya varsa ama ister atla ister eşekle gidin, ama gidin.Yola çıkacak olanlara iyi yolculuklar.

OBAMA...HAYIR OBAYACAM!

Yıllar önce,bir karikatür görmüştüm minicik bir köşede.Solucan solda duruyor,yanında da başka bir hayvan.Hayvan solucana bakıp diyor ki -Solucan! Solucanın cevabı -Hayır solmuycam! Kelime oyunu hoşuma gitmişti,hala bu tür kelime oyunları yaparız oğlumla,güleriz.En son favori sloganımız da şu -Baaaaaarrrraaaak-obama-bağırmadaaaan oooobbaaaaa! Obama Türkiye'ye geldi,adama ne mesaj verdi,kimle ne konuştu bunu tam anlamıyla öğrenebilmek için adamın gitmesini bekledik.Çünkü ziyaretinin magazinsel yönü daha çok gösterildi haber bültenlerinde. Gülümsedi,şemsiyeyi kendi taşıdı,filancanın sırtına pat pat yaptı,camiye bakarken şöyle duygulandı,şunu yedi,bunu içti,şununla şu kadar bir odada kaldı,o konuşurken şunlar şunlar kulaklık kullanmadı,şunlar şöyle dinledi,bunlar böyle alkışladı. Hayatımız magazin üzerine kurulu olduğundan,adamın Türkiye'ye niye geldiğini ve işin diplomatik ve stratejik yönlerini falan ancak o gidip ortalık durulduktan sonra öğrenebildik. Niye gelmiş? Hala bilmiyorum valla. Sultanahmeti turist olarak gezme şansı olmadığından araya iki de devlet görüşmesi attırıveriyim de şüphe çekmeden rahat rahat şu Blue Mosque'u gezeyim demiş heralde. Kendinden önceki,Türkiye'nin laik ve demokratik bir ortadoğu ülkesi olmasına tahammül edemediğinden beş altı günde kurulan bir partiyi iktidara getirmişti,şimdi bu niye geldi? Zaten umrumda bile değil. Biz de onun umurunda bile değiliz. Eeee? Yok diyorum ya kesin bir menfaati vardır yine Sam Amca'nın.Ya Afganistan ya Irak ya da İran için birtakım planları vardır,hatta bunun yanında B planı C planı falan bilem vardır.Hani uzun zaman görüşmediğimiz birisine işimiz düştüğünde,pat diye çıkıp gitmeye utanırız ya,önce bir arar,hal hatır sorarız.Sonra bayramda mayramda şekerini yemeye gideriz,sonra bir iki kandil mesajı,sonra da artık bu olmuştur deyip isteriz isteyeceğimiz kıyağı,yardımı,torpili işte her neyse. Sanırım bu da böyle bir hesap. Yanlış hesap Bağdat'tan döner diyorlar ama bizimkisi burdan kalkıp Bağdat'a geçti iyi mi?Sanırım hepten yanlış hesap olsa ordan yine buraya dönmesi gerekir ki zaten protokol tarihinde böyle bişiy olmadığından dönmeyeceğini biliyoruz ve bu da hesabın yanlış yapılmadığını gösteriyor. Neyse neyse,geyik meyik fazla uzadı. Şaka bir yana,sempatikmiş mempatikmiş bize ne?Yok gülümsemiş,yok bilmem ne etmiş yine bize ne?Sempati kralı seçilmedi ya,adam başkan işte.Tek bir amacı var,ABD'nin kutsal vatandaşlarının menfaatini korumak. Gerisi vız...tınnn... Bu menfaatleri bir yana bırakıp da Sultanahmet'te başını okşadığı kedinin hatrına,kedi köpek düşmanı Başbakanımıza(Köpek seviyor diye Bekir Coşkun'a verip veriştirmiş,kendini kedi şeklinde çizen karikatüriste dava açmıştı ya)kıyak geçecek hali yok. Tek sinirimi bozan,sanki Cüzzamlı bir ulusun içine korkmadan dalmış bir kahraman gibi gösterilmesi.Sanki biz tu kaka pis bulaşıcı hastalığı olan bir ulusmuşuz gibi,her hareketi bir teveccüh kabul ediliyor ben ona sinirleniyorum.Ulam şu aşağılık kompleksinden ulusça bir kurtulsak,bu batı tarafından sevilme ihtiyacından bir sıyrılsak ya artık.Bizi bizden başkası sevmez,biz de bizden başkasını sevmeyiz,işte bu kadar! Zor mu bu gerçeği kabul etmek bu kadar?

FELÇ

Babaanneme ikinci felci geldi. Daha öncekini az hasarla atlatmıştı. Şimdi iki bacağı tutmuyor. Tabii en insani ve en utanç verici ihtiyaçlarını karşılayabilmek için başkalarına muhtac. Olayın asıl öznesi benim babannem değil aslında.Herkesin çevresinde mutlaka birileri böyle üzücü bir durum yaşamıştır,ya da birilerinin başına geldiğini işitmişsinizdir. Babam,hapşırdığında,ona çok yaşa dememe kızar. Çok yaşatıp da beni ele ayağa mı düşürmeye uğraşıyorsun diye. Yasin suresinde,çok anlamlı bir ayet vardır. " Bununla beraber kimin ömrünü uzatıyorsak, yaratılışta onu (güç ve kuvvetini alarak) tersine çeviriyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?"(Yasin/63) İnsanın yaşaması da ölmesi de başkalarına bazen acı veriyor.Ölenin ardından ağlayan mı,hastaya binbir zahmetle bakan mı daha çok cezalandırılıyor,bilemiyorum.Hastanın kendisi için ayrı bir ızdırap,hastaya bakan için ayrı. Biliyorsunuz,geçen yaz bacağımı sakatlamıştım ve yirmi günden daha fazla alçılı yattım.O günlerde,hep içimden Allah'a dedim ki,bu güne kadar değerini bilemediğim ayaklarım için sana geç de olsa şükrederim. İki bacak kadar hayati bir organ yok,yemin ederim. Tamam belki size abartılı gelecek,beyin ve kalp hastaları da çok zorluklar yaşıyor.Hatta böbrek için diyalize girenler,barsaklarını kullanamadığı için hortum kullananlar var.Ama iki bacağından olup da yanında bir de bunları yaşayan da var. Birileri demiş ki insan eti ağırdır,başkasına kokar. Evet,çok acı,hayatta kalmak için yemek yemek su içmek zorundasın ve bunları yaptıktan sonra da mecbursun vücudundan dışarı atmaya.Ve kendi kendine yapamaz da bunu başkasının yapmasına muhtaç kalırsan,işte o sanırım her insani onura yara bırakan bir durum. Bacağım alçılıyken,tuvalet ihtiyacımı görmek için değilse bile beni tuvalete oturtabilmek için yanımda birilerine ihtiyaç duymuştum.En çok o koyuyor insana.Bir de bunun yanında ellerin tutmadığını,dilinin senin emrine uymadığını konuşmak isteyip konuşamadığını düşünüyorum,dehşetten deliye dönüyorum. Herkes,her an bir beyin kanaması geçirip,her yaşta bu duruma düşebilir.Bir trafik kazası hayatımızı ve sevdiklerimizin hayatını alt üst edebilir. Hamileyken hapşırığını tuttuğu için beyin damarını patlatıp komaya giren genç kadını hatırlayın.Beyoğlunda başına cam düşen güzel genç kızı.ALS ye yakalanan Fenerbahçeli Sedat Balkan'ı. Hayat o kadar sinsi sürpizlere gebe ki. Her gün aynada gördüğüm yüze şükrediyorum.Görebiliyorum diye. Ayaklarıma teşekkür ediyorum,beni çekiyorlar diye. Ellerime de...İkisi birden emirlerime hala uyuyorlar diye. Sevdiklerime mutluluk verebilirim hala,kimse benden bezmeden,onlara yük olmadan yaşayabiliyorum. Oğlumun,eşimin,kardeşlerimin yüreklerinin bir köşesinde,acı bir sızı olarak değil sağlıklı bir insan olarak yaşayabiliyorum.Ne büyük bir lütuf aslında. Allahtan asla uzun ömür istemedim.Yasin suresinden etkilendiğimden değil,Yasin'in Türkçe anlamını bile öğrenmeden çok evvel,ben yaşlılıktan korkardım.Yaşlanıp çirkinleşeceğimi,buruşacağımı düşünür,uzun yaşamak istemezdim.Ama o zamanlar daha hayatla tanışmamış toy biriydim. Şimdi ise,bir an önce yaşlanıp,oğlumla eşimle hatta torunumla yaşayacağım,kendi ayaklarımın üzerinde durup kendi ellerimi kullanabileceğim bir yaşlılık hayal ediyorum.Ne buruşuktan ne kırışıktan yana bir korkum yok.Aynada saçlarımın boyanmasını gerektiren beyazlara çoktan alıştım.Onlar ondokuz yaşımdan beri benimleler.Gıdım sarkacak,göğüslerim pörsüyecek,baldırlarım pirinç torbasına benzeyecek,ellerimi lekeler basacak,saçlarım azalacak biliyorum ve zerre kadar korkmuyorum. Allahım,tek ayaklarımı ve kollarımı benden alma,beni onlarsız koma,başka şey istemiyorum. Hapşıran herkese de artık çok yaşa değil,iyi yaşa diyorum. Hepimizin buna ihtiyacı var.Az olsun ama kaliteli olsun değil mi? Babaaneciğim,ilkini atlattın dilerim Allah bu ikincinin sınavından da çabucak geçirsin seni.Hatta hepimizin sınavlarında geçer not almayı bağışlasın bize. Omurgamda rahat huzur vermeyen sinir sıkışmaları,sol dizimde çapraz bağ kopuğu,tiroidimde tembellik,midemde pangastrit,yumurtalığımda kist,olması gereken yerde bir myom'um var. Ama bunlar doktorların teşhisi. Bana sorarsanız hiç biri yok.Çok güzel bir ailem,etrafımda sevdiklerim var ve ben iki ayağım üzerinde yürüyebildiğim sürece hayatı seviyorum. Size de tek bunu önerebilirim. İki ayak eşittir Dünyayı yerinden oynatabilme gücü... Gerisini boşverin. Nasılsa hepimiz öleceğiz...

EVİNDE VE CEBİNDE TELEFONU OLANLAR,OKUYUN !

İki süüüppeeer fikrim var.Burdan yazıyorum ki okuyan Türk Telekom ve GSM Ceo'ları fikrimi çalamasınlar,ben daha önce düşünmüştüm diyebiliyim.Hatta Vizontele'deki Deli Emin gibi, "Şerrrefsizim bu benim daha önce aklıma gelmişti" deyip deyip yanmayayım.. Evet hazırsanız bombalarım geliyüüüür. Bir;(Rakamla 1,Romen rakamıyla I,kürtçe yek,ingilizce one...minute yok ama) *Türk Telekom aboneleriyiz ya talihsiz bizler hepimiz...hatta "Hepimiz Telekom'uz" diye pankartlarımız bilem var ya. Şimdi diyorum ki,biz konuşurken,dıt dıt konuşmanın ikinci dakikasında bir sesli reklam girse...biz onu mecburen dinlesek,kapatamasak. Hani yıllar önce televizyonlarda diziler ,filmler falan bitmeden reklam olmazdı,ama sonra cart diye en heyecanlı yerine reklam girmesine alıştık ya...bu fikir de size başta saçma gelebilir ama konuşa konuşa alışırız di mi?Hem insanoğlu konuşa konuşa ... Yani mesela reklamlı ve reklamsız tarife diye ayrılsa.jem bey ayırsa meselaaa. Ama tabii hiç bir hastane veya diğer acil aramalar bu tarife kapsamına girmese mantıki olarak.Çünkü acil bir görüşmede cart diye araya Aloyla beyazlar daha beyaz diye bir reklam cıngılı girmesi hoş diil. Ama mesela reklam dinlerim noolucak,katlanırım.En azından daha ucuza görüşüyorum,diye düşünenler için reklamlı tarifeden fiyatlandırma yapılsa abonelere. Reklamsız tarife isteyen,yok kardeşim ben görüşmemin orta yerinde dondurma reklamı duymaya tahammül edemem,reklamsız tarife isterim diyen olursa da onlar biraz daha pahalı tarifeden görüşsünler.Madem reklam istemiyon sen kazık ye otur! Türk Tel'e koy...pardon Telekom da böylece reklam gelirinden elde ettiği parayla biz "Reklamlı Tarife" abonelerine indirim yapabilir.Çünkü geliri sınırlı,naapsın işte masrafını biz öküz abonelerden çıkarıcak.Reklamla giderlerini düşürebilir. Ha? Hı? Ne diyonuz,sıcak bahıyonuz mu? Tabii ilk başlarda bilen bilmeyen falan,herkes aynı anda tarifeye geçmeyeceği için,şu tür karışık durumlar da olabilir; -Aloo...Haydar'cım nasılsın? -Vaay...Vahap abim, iyiyim canım sen? -Valla noolsun işte,iş güç mesai... -"KİPADA SEPETİNİZ UCUZA DOLAAAR...KİPA HİPERMAARKEEETTT" -Haydaar?...iyi misin niye kadın sesiyle şarkı söylüyosun bana,markete mi gidicen? -Yau,yok be abii, ne marketi.Ben de sen mırıldanıyon sandımdı... -"ORKİDLE GÜNDÜZLERİNİZ VE GECELERİNİZ RAHAT GEÇER" -Ohaa çüüüş Haydar,artık adet de mi görüyon lan,yumoş mu oldun olum?Orkid morkid?hem sesin niye öyle çıkıyo? -yav yok Vahap abi,bu galiba Telekom'un rek- -"LAVAŞ KİRİİİİ...LAVAŞ KİRİİİ...BOL SÜTLÜ VİTAMİNLİ LAVAŞ KİRİİİ..." -Sülaleni eşşek ...sin Haydar,olum sen fena halde sıyırmışsın.Arama lan beni bi daa,lavaş da sensin,kiri de sana girsin,ayı oğlu ayı...Kapat lan! Üç kuruş daha ucuza konuşabilmek için herşeye herşeye herşeye razıyım.Beş dakika boyunca Ayşe Tüter'den yemek tarifi bilem dinlerim yani.Hatta hatta molfix şarkısına bile tahammül edebilirim gibi geliyooo. iki;(Rakamla 2,romen rakamıyla II,kürtçe dü,ingilizce two -ki tu diye okunur) Bir akşam ,yatmadan önce,sabah erkenden aramam gereken oğlumun servis şoförünü düşündüm.(heee...ben hep servis şoförlerini düşünürüm yatmadan önce...fesatsınız siz fesat!) Oğlum o gün okula gitmeyecekti,sabah uyanıp servisci bizim kapıya dayanmadan adamı arayıp bildirmem gerekiyordu.Bunun için de yine oğlum okula gidecekmiş gibi uyanmam gerekiyordu. Düşündüm...(evet,bunu yapabiliyorum) Şimdi şöyle bir servis olsa.Ben Turkcell abonesiyim,bizde yok belki diğerlerinde vardır,bilmiyorum cehaletime verin. Şimdi bu servise,ben istediğim saatte ulaştırılmak üzere bir mesaj veya ses kaydı girebilsem.Saatini belirlesem de ,yollayacağım alıcı o saatte o mesajı veya ses kaydını alıverse? Düşünsenize,(siz de yapabiliyorsunuz biliyorum),uçağa veya işte başka bir yere girmek üzeresiniz ve mutlaka telefonunuzu kapatmanız gerekiyor.Ama ulaşması gereken acil bir mesaj var ve sizin bunu yazacak vaktiniz yok.Üstelik de belli bir saatte ulaşması gerekiyor.Ne yaparsınız?Bu servisi ararsınız,mesajınızın gideceği servisi yani.Sonra mesajınızı ve ulaşması gereken tarihi ve saati girer,sonra telefonunuzu kapatır rahat rahat işinize dönersiniz. Yani bir çeşit tele-kurye servisi...evet,bu isim güzel yakıştı,tele-kurye...ya da kuryecell. Yani tamam sesli mesaj bırakma imkanınız var her şebekeden ama amacınız belli bir saatte ya da günde gitmesi mesajın.Yani ne bileyim o gün çok önemli işleriniz vardır ve birisinin de doğum günüdür mesela,iki gün sonra.Siz o tebrik aramasını yapmayı unutabilirsiniz o gün.Ama iki gün önceden,mesela aklınıza gelir gelmez,arayıp,şu tarihte şu saatte diye ses mesajınızı bırakabilirsiniz di mi? Bu arada fikirlerim çalınırsa ve zerre kadar telif ödenmezse,hepiniz şahitsiniz bu yazının bu bloga enter olduğu gün bu gündür.Çattır çattır dava ederim valla... Nisan'ın dokuzu...Tuliş blog hepinize iyi günler diler.Tuliş Blog...Tuliş Blog...okumayını çarpar... (Nasssı reklam cıngılı ama?)

OlasılıkSız

Kadere ve kaderde tesadüflere asla yer olmadığına,her şeyin önceden ilmek ilmek planlandığına inanan benim gibi her okuyucu,bu kitapta anlatılanları okuduğunda önce bir nooluyoruz yaa hissine kapılacak bundan eminim. OlasılıkSız (S harfi benim tercihimden değil,kitabın orijinalinden büyük) kadere,fizik kuramlarına,matematiksel ve istatistiki bilgilere dayanarak oluşturulmuş inanılmaz ve akıl almaz bir kurgunun eseri. Kitaptaki hiç bir olay,çeşni olsun diye anlatılmamış.Her anlatılan olayın,her sıradan ayrıntının ilerde kurgunun içinde nasıl bir rol oynadığını görüp şaşacaksınız.Tıpkı insanların hayatındaki basıt ve sıradan bir olayın zincirleme olarak kaç kişinin hayatını etkileyebileceğini mantık çerçevesi içinde gayet güzel anlatan felsefesine de şaşacağınız gibi. Bir düşünün,yolda yürürken elinizde tuttuğunuz plastik bardaktaki kahveyi,tökezleyerek yoldan geçen bir kadının üzerine döküyorsunuz.Kadın aniden sıçrayınca başkasına çarpıyor.O başkası da elindeki elma portakal vs.yi düşürüp yola saçıyor.Bir başkası bunlara takılıp tökezliyor,elindeki malzeme çantasını bir iş adamının ayağına düşürüyor,adamın ayağı kırılıyor,işçiye tazminat açıyor.Üstü kirlenen kadın üzerini değiştirmek için evine dönünce önemli bir toplantıyı kaçırıyor,yoldaki elma portakallar bir arabayı kaza yapma tehlikesine getiriyor,araba yolundan alıkonununca bir dakikalik bir gecikme ile başka bir çarpışmayı engelliyor....bir fincan kahvenin etrafındaki kaç kişiyi zincirleme etkileyeceğini görüyorsunuz kitapta. Hayır konusu elbette bu değil.Konusu,şizofreni ve epilepsi nöbetleri geçiren ve beyni Yağmur Adam gibi çalışan istatistik hocası David ile yine şizofrenik ikizi fizikçi Jasper'ın aslında şizofreni veya epilepsi nöbeti zannedilen hallerinin,gerçekte beyin frekanslarının zaman ve uzam içinde bir ileri bir geri hareketiyle,sonsuz sayıda olası ,milyarlarca olabilirlik arasında geleceğe ve şimdiye gidip gelmeleri.Beyin dalgalarının bir enerji olarak sayılamayacak olasılıklar arasında milyonlarca olabiliri görebilmeleri ve onların içinden sonucu en az kişiyi etkileyebilecek olasılığı seçip bu güne uyarlayabilmeleri. Bu yeteneklerinin farkında olmayan iki kardeşin,ABD bilimsel araştırmaları yapan bir örgütün eline geçmemek için çabaları,FBI,CIA,Güney Kore İstihbarat Servisi,Mossad,polis teşkilatları ve Ulusal Güvenlik Araştırmaları kurumlarının kıyasıya mücadeleleri ve geleceği öngörebilen iki kişi ile her türlü teknik donanıma sahip bu kurumların arasındaki kaçıp kovalamaca. İnanılmaz,şok edici bir final,kitabın başlarına geri dönüp tekrar bazı ayrıntıları okumanıza sebep olacak ince ince oya gibi işlenmiş bir kurgu... Mantığınızın alamayacağı hiç bir şey yok.Her ne kadar istatistik,olasılık,fizik ve kuantum fiziği üzerine onlarca bilimsel doğruyu anlatıyorsa da bunları roman kurgusu içinde çok güzel anlattığı için aslında bu ansıklopedik bilgileri de farkında olmadan öğreniveriyorsunuz. Hayatınızı bir daha düşünüyorsunuz,her hareketin bir seçim olduğunu,hiç bir şeyi seçmemenin de bir seçim biçimi olduğunu,bir telefonu iki saniye geç açmanın,bir yere yirmi saniye daha erken varmanın,kapıda ayakkabınızı giyerken üç dakika oyalanmanın bile gelecekte binlerce olasılığı değiştirebildiğni mantığınız asla reddedemeyecek şekilde kabulleniyorsunuz. Kesinlikle ve şiddetle okumanız lazım,insanları okumuş olanlar ve olmayanlar diye bile sınıflandırabilirim rahatça. Hayatınzdaki bir takım sıradan tercihlerin,onları yapmasaydınız ne olacaktı şeklindeki tezahürlerine belki gerçek hayatta asla cevap bulamayacaksınız,o gün oraya gitseydim ne olurdu,o teklifi kabul etmeseydim ne olurdu,orda hiç oturmasaydım,o telefona cevap vermeseydim ne olurdu diye kendi kendinize sorabileceğiniz soruların belki hiçbirisine cevap bulamayacaksınız ama David ve Jasper işte bunları görebiliyorlar ve sonrası...harikulade bir macera. Bir de şunu eklemek isterim ki Bunu Dan Brown kitaplarında da gördüm,başka diğer Amerikan çağdaş yazarlarının kitaplarında da gördüm,adamlar istedikleri gibi,FBI ile veya Beyaz Saray çalışanları ile,ya da CIA ile ilgili kurgular yazabiliyorlar,burada çalışan herhangi bir roman karakterini yerden yere vurabiliyorlar,defolu ve arızalı gösterebiliyorlar,kendi polis teşkilatlarıyla bile rahatlıkla dalga geçebiliyorlar,menfaatçi,hırslı ve katil ruhlu,entrikacı bilim adamları ve bunların başlarında oldukları ABD araştırma kurumları ile ilgili istedikleri gibi kurgu yapabiliyorlar ve üstelik bu kitaplar da ne enteresandır ki,best seller oluveriyor,ne kimse dava açıyor,ne kimse soruşturma başlatıyor,ne de bir meslek grubu kalkıp manevi hakaret davası açacak kadar ciddiye alıyor.Sadece kitapları mı,filmlerinde de de güvenlik ve polis teşkilatlarının çoğunun ne kadar beceriksiz veya ne kadar entrikacı olduğunu anlatabiliyorlar ve sonuçta bu bir filmdir ya da sonuçta bir roman kurgusudur deyip geçiyorlar. Bu kitap bizim ülkemizde,mesela İstanbul Tıp Fakültesi,Tübitak falan gibi kurumlar da gerçek adları kullanarak yazılsaydı,şimdiye yer yerinden oynamış,bilim adamları mahkemeye koşmuş,üniversitelerde eylemler yapılmıştı. Gerçi bizim ülkemiz yazarlarının da bir kısmının işine gelirdi bu eylemler,mahkeme davaları,reklam açısından. Sonuç olarak çok beğendim,bayıldım.Bu kitap manyağının tavsiyesine güvenin.Koca kitabı iki günde bitirip biraz göz kuruması ve yanması hissedecekseniz de,boşverin,okumamış olma olasılığınızı,olasılıksız yapın... (OlasılıkSız/Adam Fawer /April Yayıncılık)