sağtık

AVATAR...AVUSTRALYA'DA ABORJİNLER,PANDORA'DA NAVİ'LER

 
Bu filmi izledikten sonra,bir daha bilim kurgu adı altında sunulan hiçbir filmi beğenmeyeceğinize garanti veriyorum.
Bu filmdeki teknoloji ve görsellik sinema seyircisinin çıtasını öyle bir yere taşıyor ki,Avatar’dan gayrı her şey size basit,ilkel,yetersiz,tatsız tuzsuz gelecek.
Eleştirmek,yerden yere vurmak,eksikleri,mantık hatalarını yazmak daha kolaymış.
Eleştirilecek hiçbir şeyi olmayan bir filmin kritiğini yazmak zormuş yahu.
Ne anlatabileceğimi bilemiyorum.
Pandora gezegeni her ne kadar insan hayalinin canlandırabileceğinden çook daha ötede ise de yine de gerçeklik duygusundan bir an bile kopmayışınız ilginç geliyor.
İmkansız görsellik öylesine inandırıcı ki.
Bitkiler ve hayvanlar öylesine gerçek dışı ve öylesine olabilirmiş gibi geliyor ki. Şeffaf ve rengarenk bir gezegen.

Oralı olmak istedim film boyunca.
Na’vi olmadığıma eseflendim.Kafamın arkasından sarkan kuyruğumun saçaklarıyla,gezegenimdeki tüm canlılarla iletişim kurabilmek istedim.
Torku’yu okşamak istedim.
O tek binicili kuşlara binip uçmak istedim.
O şeffaf sularda yüzmek,o ışıldayan çimenlerde koşmak istedim.
O koskocaman bal rengi gözlerimle o ışıldayan gezegeni seyretmek istedim.

Görselliğin,teknolojiyle birleştirilebileceği son nokta.Hala gidip görmediyseniz,büyük hata.
Ses efektleri,filmin kahramanlarının sıra dışı görüntüleri,bilindik bir konuyu inanılması güç bir inandırıcılık ve inanılması güç bir görsellikle destekleyen anlatımı,çok güzel.
“Kendi ırkıma ihanet eder miydim” sorusuna cevap arayacaksınız.
Tüm savaş bitince er Jake Sully ne yapacak diye merak edeceksiniz.
Na’vi olabilmesi için sürekli o tabut benzeri yatağın içine girmesi gerekecek,ona bunu kim ve nasıl sağlayacak,ne olacak diye heyecanlanacaksınız.

AVATAR ADI NERDEN GELİYOR?

Avatar,Hint mitolojisinde,tanrıların yeryüzüne indikleri zaman büründükleri cismani şeklin adı.
Dijital ortamda ise,gerçek yüzünü deşifre etmek istemeyen kullanıcıların seçtikleri ve kendilerini ifade ettiğini düşündükleri her türlü fotoğraf.
Sonuç olarak kendi gerçek görüntüsünü kullanmak istemeyenler için bir çıkış yolu olarak kullanılan bir terim.
Filmde ise 2154 yılındaki insanoğlu,öyle bir teknolojik ilerleme içindedir ki,hep uzaylıların saldırısına veya işgaline uğrayan dünyalılar,bu kez uzaydaki başka bir gezegeni(Pandora) işgal altına almıştır.(Tabii ki kim?Amerikalılar!)

Gezegende,insanlık için nedense çok değerli bir maden vardır,çok nadir ve çok pahalıdır ve madenin kaynağı,Pandora’nın yerli halkı olan Na’vi lerin kutsal ağacının tam altındadır.
Bu kutsal ağaç Amerikan emperyalist askerlerinin alay konusu olmaktadır.
Na’vi’leri ilkel ve saldırgan bulmaktadırlar ve onların sıradan bir paganist yaklaşımı içinde ağaca kutsiyet addettiklerini düşünmektedirler.
Onları eğitmeyi başaramadıkları için DNA oyunlarıyla karma bir ırk yaratırlar laboratuarda ve bu oluşan yeni yaratığa da AVATAR adını verirler.
Bu simgeler bir araya geldiğinde,Cameron'un, Amerika'nın kendisini bir çeşit tanrı gibi görmesi ve bir başka gezegende bu tanrının görünen yüzünü de Avatar olarak adlandırması düşüncesi üzerinden bir eleştirel film yapmış olduğu da düşünülebilir.

AVUSTRALYA ABORJİNLERİ VE NA'Vİ'LER

Filmin yönetmeni de olan senaristi James Cameron,Na’vi leri yaratırken,Aborjinlerden hayli ilham almışa benziyor.
Avusturalya Aborjinleri

Çünkü her iki ırk da,vücutlarına sadece boyalarla süslüyor ve doğal ürünlerden yapılmış aksesuarlardan başka bir şey giyinmiyorlar,ağaç dallarından veya liflerinden yapılmış köylerde yaşıyorlar.

Yine her iki ırk da,doğa ile bir şekilde ruhsal iletişime geçiyor ve doğa ile konuşabiliyorlar.

Tek farkı,Aborjinler bunu beyin dalgalarıyla yapabilirken(bkz.Marlo Morgan-Bir Çift Yürek) 
 Na’viler saç kuyruklarının ucundaki sinir hücreleri içeren püsküllerle yapıyorlar.

Her iki ırk da doğaya sadece ihtiyaçları olduğu zaman zarar veriyorlar o da beslenmek veya barınmak için.Bunu yaparken de doğadan izin alıyorlar.

Yok olan her şeyin tekrar doğaya dönerek sonsuz döngüde bir şekilde yer aldıklarını düşünüyorlar.

Yani sonuçta her iki ırk da bilge ve ruhsal gelişimini tamamlamış bir ırk.
Filmdeki kutsal ağaç da onların bu değer verdikleri doğa ruhunun özünü temsil ediyor.Bir çeşit tanrı diye askerlerce alay edilen ağacın aslında işte böyle bir simgesel gücü var.

Aborjinler de çağdaş yaşam ve teknoloji adı altındaki emperyalist dayatmalara fazla dayanamadıkları için bu gün artık yok olmuş bilge bir ırk.
Yüzde yetmişden fazlası misyonerlerin amansız çalışmaları ile 

Hristiyanlaştırılmış ancak geri kalanların ço ğu İslamiyet’i tercih etmiş.
Yani ne yazık ki onlar Na'vi ler kadar şanslı bir ırk olamamışlar gerçek hayatta.

HENÜZ FİLMİ GÖRMEMİŞ OLANLAR İÇİN KONUSU

Bacaklarını dünyadaki bir savaşta kaybetmiş olan er Jake Sully de,Pandora gezegenindeki bilim üssüne getiriliyor.Çünkü,bilim insanları,Na’vi ırkının DNA'sı ile insan DNA'sını birleştirip,insan beyni tarafından yönetilen ama bedeni tamamen Na’vi olan yeni bir ırk yaratmayı başamışlar.

Bu yeni ırka da Avatar adı vermişler,işte yukarıda yazdığım sebeplerin çağrışımından dolayı.
 Jack’in ağabeyi bir şekilde ölmüş ve Avatar’ı da o olmadan canlanamıyor çünkü bir takım elektrotlarla falan DNA bağı kuruluyor.


Bu yüzden ölmüş ağabeyiyle arasında DNA uyumu var diye ağabeyinin yerine bu konuda hiçbir eğitimi olmadığı halde Jake’i kullanmak istiyorlar.
Jake için bu çok eğlenceli bir deneyim oluyor önce,çünkü avatarının içine girip koşabiliyor,olmayan bacaklarının acısını çıkartıyor.


Birliğin Albay’ı ona,bir şekilde Na’vi lerin içine sızıp kendisini onlara kabul ettirir ve köylerini başka bir yere taşımalarına onları ikna ederse (ki bu şekilde madeni rahatça ele geçireceklerdir) onu dünyaya göndererek çok pahalı olan ameliyatını yaptıracağını ve yürümesini sağlayacağını vaat eder.

Jake aslında bir köstebek,bir hain,bir ajan olarak girer Na’vi lerin içine ama sonra onlardan öğrendiği yaşam felsefesi,inanılmaz deneyimler ve insan olmasına rağmen bir Na’vi kızına aşık olması sonucu,kendi ırkının maddi çıkarları uğruna göze alınan bu görevi sorgulamaya,kendi ırkıyla yarı DNA kardeşi olduğu Na’viler arasında bir seçim yapmak zorunda hissetmeye başlar ve büyük savaş başlar.


Cameron'un Alien (Yaratık) filminde de başrol vermiş olduğu 61 yaşındaki aktrist Sigourney Weaver'a bu filminde de yeniden bilim insanı rolü vermiş olması da bana Çağan Irmak'ın bir türlü vazgeçemediği Şerif Sezer'i hatırlattı.

Filmin sonu açık bırakılmış yani tatmin edici bir sonla bitiyor ama mantıksal yönden ikincisi,üçüncüsü çekilebilecek şekilde bitirilmiş.

J.Cameron,açık yüreklilikle kendi askerini kendi komutanını kötü adam olarak gösterebilmiş,hiçbir şekilde milliyetçilik vatanseverlik,kahraman Amerikan ordusu yaşasın gibi tuzaklara düşmemiş.

Film bir şekilde Amerikan emperyalist bakış açısının taraflı eleştirisi olarak da izlenebilir.


Filmi seyrederken bu robot askerler Irak savaşı zamanında yapılabilmiş olsaydı,Amerika bu gün Ortadoğu’da çoktan elli yıldızlı Amerikan bayrağını dikmişti diye düşünmedim de değil…

Bunun neresi PARANORMAL ACTIVITY?

İnsan korku filmine niye gider? Korkuyu,gerilimi,adrenalini sevdiği için.Tırsmak,ürpermek,yüreği hop hop etmekten zevk almak amacıyla.Korku filmini seven gider,sevmeyen gitmez... Bunu da sıkı bir korku filmi zannedip,adrenalin patlaması yaşayacağınız umuduyla mı izlemeye niyetlendiniz? GİTMEYİİİİİİN!!!! Paranıza ve zamanınıza yazık. Ne bir görsellik,ne bir ses efekti,ne bir konu,ne bir gerilim,ne bir mantık paradoksu,ne de ulan amma gerçekdışıydı haaa diyebileceğiniz bir kültlük var. Yok ilk gösteriminde seyirciler salonu terketmiş yürekleri kaldırmamış,yok filmin sonunda ağlayarak lanet ederek çıkanlar olmuş,yok şu yok bu bla bla bla bla.... Ben de çıkardım salondan,lanet olsun verdiğim paraya ,bu nasıl bir sıkıntıdır diye... Az biraz tırsaksanız,yani Bülent Ersoy'un makyajsız hali falan bile görünce sizi korkutuyorsa,bakkaldan eti Cin bile isterken üç harfliden ver diyenlerdenseniz,tamam zaten sizin hiç bir korku gerilim filmiyle işiniz olmaz,uyarım zaten sizlere değil.Zaten de gitmezsiniz korkan tipteyseniz.Benim uyarım korku türünü benim gibi bağımlılık haline getirmiş olanlar için.Hiç bir beklentinize cevap alamayacaksınız. Evde bir cin var ve onu kameraya kaydetmeye çalışan iki salak sevgili.Yirmi bir gün boyunca evde ışıklar yanıp sönüyor,sesler,kapı gıcırtıları falan...ama ille evde kalıp ne bok yiyceklerse onu kameraya kaydetme gayretindeler. Diyorsun ki seyirci olarak,ulen onlar o evde korkmadan hala gece uyuyabiliyorsa,ben seyrederken mi korkacağım? Sıkıntıdan patlamış mısırlar yerine tırnaklarınızı yemeye başlarken,filmin bitmesine on dakka kala,yani yirmibirinci gecede bu varlık kızı yataktan aşağıya çekiyor.Casper sevimli hayalet çizgi filminde hani Casper böyle kağıt gibi süzülüverir ya...Kız da o şekilde yataktan çekiliyor...sonra bir böğürme sesleri falan....takk!Filim bitti...nooldu?Haa,kız varlığın işgaline uğradı... Bitti işte,bu kadar.Hadi geçmiş olsun. Filmin tamamı,oğlanın (Micah) el kamerasıyla kaydettiklerinden ibaret yani film el kamerasıyla çekilmiş.Nette okudum bazı sıradışı olma tutkusu içindeki özentiler filmi Blair Cadısı ile kıyaslamışlar,çok harikaymış da herkes anlamazmış tripleri üzerinden yorumlar yazmışlar...kanmayın.İnanmayın.Türk yapımı Büyü filmine gittiyseniz-ki dünyanın en zırtopoz senaryolarından biridir- o film bile bundan daha kalitelidir yemin ederim. Yirmibir günlük kayıtları seyrederken,her kayıt anında,hah belki şimdi bir numara çıkar,belki birazdan diye diye kendimi avuttum.Bir gölge,bir iki kapı gıcırtısı falan...Yani sıradan her Hollywood dandik korku filminde yer alabilecek boktan ve modası geçmiş,ekşimiş korku unsurları. Yeni bir şey yok,yeni bir fikir yok,farklı hiç bir şey yok.Son on dakikada ekrana gelen kızın yataktan çekilip götürülme sahnesi ise daha önce,Karabasan,Obsesyon,Candy Man filmlerini izlemişseniz diyebilirim ki onların görsel şahaneliğinin yanından bile geçemez. Keşke arkamdaki koltukta oturan aniden karanlıkta bana böööh yapsa da azıcık bari korkmuş olarak çıksam salondan diye düşüneceksiniz.Yapımcı firma zaten ilk gösteriminde,salonun ışıklarını aniden kapattırmış,adrenalin pompalatmak için.Biliyor tabii filminin kof olduğunu,oldu olacak Çığlık kostümleri giymiş yer göstericileri de ellerinde döner bıçaklarıyla salona salsaydılar.Biraz olsun adrenalin tadardı seyirci. Baştan sona Amerikan reklam bombası.Başka bir şey değil.Bir de sanki görüntüler gerçekmiş de yapımcıların eline bir kaset geçmiş de,aslında her şey doğruymuş da bir karesine bile dokunmadan vizyona koymuşlar da....nasıl da seyirciyi kek yerine koyuyorlar Allahım.Hele filmin sonunda demiyorlar mı şuna şöyle oldu,buna böyle oldu...sanki belgesel kaynaklıymış da sanki gerçekten yaşanmış da.Biz de salaktık yedik.Hani video paylaşım sitelerinde kısa videolar var ya,eşek şakası yaparlar birbirlerini aniden korkuturlar falan.Onları izlemek bile daha zevkli.Ben korkamadım bari korkan birilerini seyrediyim,hesaaaabı. Ya da bazı sitelere girersiniz ya tam ekrana konsantre olmuşken aniden böööööö diye bir şey çıkar birden.Hah,işte film kesmezse -ki zaten kesmeyecek- girin o sitelere de azcık içiniz rahatlasın. Aktivite maktivite yok.Gerçek adı "No Activity,if you eat" olması gereken bir film... Yok Cem komedyendi ama filmde hiç gülemedim,yok Yılmaz Erdoğan Neşeli Hayat'ta hiç neşelendiremedi,hiç espri yoktu diye car car ötenler,korku filminde niye korkmadık diye neden eleştiri yapmıyor anlamadım. Zekası olanı budamak,aşağıya çekmek ,hevesini kırmak ve karalamak eğilimi bu ülkenin sinema seyircisinin zekasıyla ters orantılı.

BEKLEDİĞİM İCATLAR

İçinde yaşadığımız çağı fazla gelişmiş ve çok teknolojik mi buluyorsunuz?Her yeni buluşta,” Hah!Bunu da icat ettiler,bakalım daha neler göreceğiz?” diye gururla hayret arası bir sevinç belirtisi mi gösteriyorsunuz? Ama daha yüz binlerce bulunmamış şey var hiç düşündünüz mü?En basiti de mesela midenizin ağrımasına,migren krizlerinize…hadi hadi daha da basitleştirelim sıradan bir alerjiye bile şıpadanak çare olacak bir ilaç,hatta sinir bozucu nezle akıntılarına,hapşırıklarına iyi gelecek hatta nezleye karşı bir aşı niteliğinde güçlü bir sprey bile icat edilmedi… Teknoloji mühendisleri,ilaç endüstrisinin fersah fersah önünde gidiyor.Ama her zaman değil tabii. Yokuşta dur kalk yaparken hala önümdeki aracın üzerime geri kaymasından korkuyorum.Hala aracı yokuşta hiç kaydırmadan kaldıracak bir sistem yok.Yani onun bir yolu var da yapabilene…Önündeki aracı kullananın yeteneğine kalmış bir şey.Otomatik vites de her şeye çözüm değil,onu bile kaydıran var. Sonra yolcu otobüslerinin,kamyonların sürücülerini direksiyon başında uyanık tutacak buluş da gelmedi henüz. Bunlar neyse de benim teknolojiden beklentilerim biraz daha farklı.Daha detaysal. Vizontele1’de Deli Emin,televizyonun icat edildiğini duyduğunda, “Şereffsizim benim aklıma daha önce gelmişti” demişti ya…Cep telefonu icad edildiğinde,ben de aynı cümleyi sarf etmiştim inanın.Daha küçük bir kızken ablamla oturur,her yere yanında taşıyabileceğin ve telefon olarak kullanılabilecek sihirli bir kutunun hayalini kurar,hayal denizinin sınır tanımayan genişliği içinde icadımızı süsleyip geliştirirdik.Ki o zaman daha araç telefonu bile icat edilmemişti. Şimdi uzun lafın kısası,teknolojiden bir an önce icat edilmesini sabırsızlıkla talep ettiğim şeylerin listesini yazıyorum.Zihni Sinir icatlar falan da değiller ayrıca kimin ne işine yarar dedirtecek şeyler değiller yani. Birincisi,yutunca saç rengini ve biçimini hopadanak değiştiren ve saç suyla buluşana kadar öylece kalan bir hap istiyorum.Böylece kuaför sektörü yavaş yavaş yok olacak ve ben de nefret ettiğim bu aktiviteden ilelebet kurtulacağım.Kuaförler alınmasın,onlar da bu yeni hapın satış ve pazarlamasını yaparlar canım! İkincisi,tansiyonunu,nabzını,kemik yoğunluğunu,şekerini,gebe olup olmadığını ölçebilen cep telefonu istiyorum.Yine böylece laboratuar sırasına girme derdinden kurtulacağım.Laborantlar da telefonu olmayanların değerlerini ölçerler canım! Üçüncüsü,mağazalarda elbiseleri giy çıkar giy çıkar kan ter içinde bir halde, uysa da uymasa da bize “iyi tamam bu olsun” dedirten o bezgin ruh hali var ya…işte bu dertten kurtaracak bir deneme kabini icat edilsin istiyorum.Vücudumuzu üç boyutlu tarayacak ve sonra senin ölçülerini,elbisenin zaten kaydedilmiş ölçülerine ayarlayacak ,sen elbisenin üzerindeki kodu tık tık tık gireceksin kabindeki makinaya,o da senin vücudunu trrrrrrr diye tarayıp aynada,elbiseyi gişmişsin gibi bir görüntü yaratacak.Ölçüler hassas ayarlandığı için neresi sıkıyor nerden yağların taşıyor,neresi kısa geldi neresi bol geldi göreceksin.Dakikada kaç elbise denersin bir düşün!Kimse kabinin önünde dikilip,”oldu mu bağyaaan?” diye anormal bir soru sormayacak,her an o perdenin açılacağı korkusuyla soyunukken üç buçuk atmayacaksın,kapıda dikilenlerin,sen çıktığında haşin bakışlarına maruz kalmayacaksın,senden önce kabine girmiş olanın yıkıcı ter kokusunu içine çekmek zorunda kalmayacaksın. Dördüncüsü,üzerine koyduğun her tür yiyecek ve içeceğin kalorisini anında hesaplayıp,onu yakmak için kaç dakika koşman gerektiğini sana dijital ekranında göstebilecek bir harika tartı istiyorum.Her eve lazım.Satış rekorları kırmazsa adiyim. Beşincisi,daha basit ve masum.Binlerce yıldır baş edemediğimiz ,insanoğluna hep galip gelen sivrisinek ırkını evden uzak tutacak özel camlar istiyorum.Perde versiyonu da olabilir.Uğraşmayacaksın öyle pencere teliyle falan.Özgürce açacaksın camlarını.Perdeye veya cama yaklaşan geberip gidecek… Altıncısı,şişelenmiş vaziyette hazır yeşil çay istiyorum.Basit,kolay,açıklamasına bile lüzum yok işte…içeceksin!(Bi yeşil çay içer miyiz?) Yedincisi,hala bu teknolojide icat edilmemiş olmasına inanamadığım bir şey.BOZULMAYAN REZERVUAR İÇ TAKIMI istiyorum! Bildiğiniz sifon zımbırtısı işte.Onbeş senelik evliliğimde,her yıl bir kez değiştirdiğimiz için ve her seferinde en kalitelisidir diye alıp,altı ay içinde su akıtmaya başladığı için. Hatta bunu geliştireyim,idrar tahlili yapabilen klozet istiyorum. “Doktor bey karnımda ağrı falan var.” “Hmm..buyrun buraya bir kere işeyin bakalım” “Bu ne?” “Mini tahlil kuburu” “Sifonu bozuktur şimdi bunun,ben işemeyeyim kokar” “Yok yok korkmayın onu icat ettiler artık sifonlar bozulmuyor” “Valla de?…” “Yalnız acele işemeyin de şeytan karışmasın” "Şerrefsizim bu benim aklıma daha önce gelmişti" Sekizincisi,yine hala bu devirde icat edilememiş olduğuna inanamadığım bozulmayan her tür kapak istiyorum.Dolap kapağı,kavanoz kapağı,klozet kapağı,musluk başlığı,cep telefonu arka kapağı,saklama kabı kapağı…ille ve özellikle mutfak dolabı kapağı… Dokuzuncusu,küflenmeyen salça istiyorum.Üzerine yağ tuz eklemeye gerek kalmadan kendi kendine küflenmemeyi becerebilen. Onuncusu,bir kere sürünce,bir daha o bölgede zinhar kıl tüy çıkarmayan bir losyon istiyorum.Hem bunu kıskanç hatunlar gece uyurken adamların saçlarına falan da uygularlar…uyurken sırma saçlı,uyanınca kabak…nıhahaha sabah uyanınca aynada çığlığı basmadan önce evden toz olmanın yollarına bakın ama. Onbirincisi,şu,ayakkabıları şip şak boyadığımız ucu süngerli boya şişeleri var ya.Kendinden cilalı,çabucak kuruyan.Hah,işte onun aynısının saç versiyonunu istiyorum.Çünkü diplerim geldiğinde,saçlarımı rahatça toplayamıyorum önce boyatmam lazım.Ama bundan olsa evde bir tane,pofudu pofudu sürsek diplere,o gün için bizi kurtarsa…di mi yaaaa?Ne muhteşem bir kolaylık. Onikincisi de,gece gördüğüm rüyaları kaydedecek bir elektrot sistemi istiyorum.Başına bağlayıp yatacan,sabah kalkınca paranormal activity filmi gibi oturup kamerandan izliycen.Yorumunu da alt yazı olarak görcen.Aman gece bağırıyodun,ne gördün,bir rüya gördüm ama unuttum falan derdin biticek.Yanındaki herifin de gece ne rüya gördüğünü kaydedicen,sabah hesap sorucan.Hesaba gerek yok aslında kıl terminatörü losyon icat edildiyse onu sürücen,bakalım kabak kafada rüyalar nasıl görülüyo? Bitti…hepsi bu kadar.Haaa,daha önceki yazılarımdan birinde yazmıştım.Bir de cep telefonlarının ajandasına girip,gün seçeceksin.O güne alarm koyar gibi mesaj metnini yazacaksın,alıcıyı yazacaksın,gönderileceği saati de yazacaksın,sonra sen unutsan bile cep telefonun o gün o saatte sevdiklerinin doğum günlerini cartını curtunu otomatik mesajla kutlayacak.Sana da vefalı arkadaş olmanın dayanılmaz cazibesi kalacak. Tüm beklentilerimin her hakkı mahfuz olup cümlesinin fikir patenti bana aittir,teknoloji hırsızlarına duyurulur.

YAHŞİİİİİ YAHŞİ BATI

Ben Cem Yılmaz zekasının fanatiğiyim artık bunu biliyorsunuz.Elbette ki Yahşi Batı'ya da koşa koşa gittim. Şimdi sizlere spoiler denen heves kırıcı filmin heyecanını kaçırıcı tüyolar verecek değilim elbette. Başka yönden bir yorum yazmak benim niyetim. Şunu gözlemledim, Cem,AROG,GORA ve YAHŞİ BATI fantazilerinde aslında hep genel bir omurga üzerinden oluşturuyor yapıyı. 1-İstemeyerek başka bir aleme giden,başka bir kültürün içine düşen bir kahraman var. Arif Gora'ya da Arogan'ların çağına da böyle gitmişti.Aziz Vefa Bey de aynı şekilde düşüyor vahşi batıya.. 2-Bu başka kültüre ait dünyada,kahramanın kendini ispat çabası var. 3-Mutlaka bu başka dünyaya,bu yaban ellere, kendi ait olduğu kültürü empoze etmeye çalışıyor kahraman üç filmde de.. 4-Mutlaka ama mutlaka bu yaban ellerden bir kıza tutuluyor.Ona kendi kültürünü anlatıyor,kız da merak edip sorular soruyor... 5-Sonunda ne yapıp edip kendi dünyasına dönmeyi başarıyor. İşte bu beş unsur Cem'in absürd komedilerinde ille var.Aslına bakarsanız Hokkabaz'da bile bir parça vardı. Yahşi Batı Cem'in en iyi komedisi mi peki? Bilemiyorum ben Arog filmini en az on kez izlemişimdir ve her izlediğimde daha önce kahkaha atmaktan fırsat bulamadığım için yeni keşfettiğim bir ayrıntı daha görür ve yine gülerim.Şimdilik Yahşi Batı'nın DVD'si çıkmadan,evde defalarca izlemeden karar veremeyeceğim üç absürd film içinde en iyisi bu muydu diye ama sinemada izlerken yerlere yattığım sahneler de oldu,sıkıntıdan pofladığım sahneler de... Cem bu filmde,Amerikan emperyalist kültürünün bildiğimiz pek çok Marka değeriyle dalgasını geçmiş.Ve her filminde andığı GORA kahramanlarını yine bu filmde de anmadan geçememiş. Zafer Algöz bence hayatının komedisini oynamış.Vahi Öz dublajıyla(elbette ki kendi sesiyle) canlandırdığı Kayseri aksanlı şerif rolü harikaydı. Cem ,sonunda ,çok bilmiş Arif tiplemesinden kurtulmuş ama Ozan Güven hala robot 216 kıvamında.Kaldı ki Arog'da da aynıydı. Filmde çok gereksiz yere uzatılmış olan bir Chuck esprisi var...Türkçede Çak diye okunduğu için adamın ismini bu "çak" şakasına fazla bağlamışlar sıkıcı olmuş. Şerifin oğlu Johnny Walker da gereksiz ve boş bir durum yaratıyor.Yani pek yerine oturmamış belki daha iyi işlenseydi tek ve vurucu bir espriyle daha çarpıcı olurdu... Fakat özellikle dişi kovboy,bıyıklı Susan'ın bunlara silah doğrulttuğu sahnede,Aziz Vefa ile Lemi Bey'in Osmanlı olduklarını kanıtlamak için ortaya koydukları bir performans var ki yemin ederim filmde başka hiç bir şey olmasa bile sadece bu bölümü izlemek için para verilip gidilir.Başa sarıp sarıp tekrar izlemek isteyeceğiniz bir sahne ve harikulade bir performans ve izleyicide tek seferde çekilmiş izlenimi uyandırıyor ki bu da Ömer Faruk Sorak'ın başarısıdır... Mekan,tamamen Amerika Çölleri etkisini yaratıyor en ufak bir şüphe duymuyorsunuz Türkiye'de çekildiğine dair.Kostümler de güzel. Ha bakın Cem,on dakikalık arayı bile filmin ortasına gelince anlatıcının ağzından,kendisi ilan ediyor,bu bile çok ince bir detay... Filmin küfürlü olduğuna dair eleştiriler duydum orda burda ama evet küfür hayatın içinde var ve herkesin diline pelesenk olmuş küfürlerin dışında abartılacak bir şey yok.Sinemeda, durmaksızın osuran,önüne geleni döven bir tipi seyretmektense,adam gibi espri yapabilen bir kahramanın küfürlerini dinlemeyi bin kere yeğlerim. Çok güldüm evet,bazen sıkıldığım oldu evet,bazı espriler çocukçaydı evet,bazen aşırı abartılar vardı evet.Bazen niye Cem bunu böyle üstünkörü geçmiş acaba senaryoya son anda mı ekledi diye düşündüğüm sahneler de oldu evet... Ama filmin sonunda mutlu olarak ayrıldım salondan,çıkışta bol bol esprileri konuştuk,bir saatimiz de öyle geçti... Film bitince hemen çıkmayın bitiş jeneriği geçerken bile jenerik yanında minik film kareleri içinde yeni esprilerle uğurluyor Cem seyircisini.Mutlaka oturup o kısmı da izleyin...İyi ki gelmişim,harika iki saat geçirdim diyebilirsiniz gönül rahatlığıyla.