sağtık

BENJAMIN BUTTON'IN TUHAF HİKAYESİ

Uzun zamandır bir filmi seyrettikten sonra,film bittiği halde ağladığımı hatırlamıyorum.Sanırım bu duyguyu en son Babam ve Oğlum'da yaşamıştım ve o da filmin bir sahnesindeydi.Hani şu Deniz'in ilkokula başlayacağı gün hep birlikte okul fotoğrafı çektirmek için ailenin bir araya geldiği ve Deniz'in babasının yokluğunu,büyükanne ile büyükbabanın birbirlerinin gözlerinin içine bakıp sessizce haykırdıkları sahne. Belki tuhaftır ama filmde tek burda gözyaşlarımı tutamamıştım. Benjamin Button,hikayesinin ilginçliği yanında bir de insana,ya ben olsaydım sorusunu sorduruyor.Sevdiği adamı kaybeden ve onu kollarında bir bebek olarak ölüme yollayan kadın mı içinizi daha fazla acıtıyor yoksa git gide gençleşen ve bunu engelleyemeyeceği için kızına ve sevdiği kadına,henüz makul bir yaşta iken veda edip giden Benjamin mi bilemiyorum. Hikaye sahiden de tuhaf. Bu adam yaşlı olarak doğuyor ve babası tarafından bir yaratık olarak görülüp,nehre atılmasından vazgeçilerek,bir yaşlılar bakım evinin merdivenlerine bırakılıyor. Brad Pitt'i,hangi teknoloji ile öyle zayıf,iki büklüm,neredeyse cüce gibi gösterebildiklerine zaten hayret ediyorsunuz. Gerçek,yani makyajsız Brad'i ise filmin neredeyse son çeyreğine doğru görebiliyoruz. Teknolojik olarak harika bir iş çıkartılmış.Türkiye saatiyle yarın sabah Oscar'lar dağıtılacak,umarım makyaj ve uyarlama dallarında hakettiği ödülü alır.Bir de yönetmen ödülü almasını isterim çünkü bir hikaye bu kadar doğal,bu kadar içe işleyen ve bu kadar acıtan bir şekilde daha iyi verilemezdi. Bir kadına aşık oluyorsun ama sen buruş buruş görünüp de sekiz dokuz yaşlarında iken o da daha yedi yaşında. Sonra zaman akıyor ve sen yavaş yavaş gençleşmeye,koltuk değneklerinden,bastonundan,doksanlık görüntünden kurtulmaya başlarken,o da büyümeye devam ediyor. Bir zaman geliyor ki ikiniz de birbirinize denk olacak yaşı tutturuyorsunuz. Kadın,Benjamin'e soruyor -Ben kırış kırış olacağım,sense gençleşeceksin.O zaman da beni sevecek misin? Benjamin'ın cevabı daha düşündürücü. -Ya sen beni,sivilcelerim çıkmaya başladığında da yine sevecek misin? Zaman içinde ayrılık,doğal bir zorunluluğa dönüşüyor.Kadın bir gün yaşlanacak ve sevdiği adama bir bebek olarak bakmak zorunda kalacak.Adam buna tahammül edemediği için ortadan kayboluyor. Ama kader yine onu,bir bebek olarak,yaşlı ve buruşmuş sevgili Daisy'sinin kollarında son nefesini vermeye mahkum ediyor. Daisi,bu anı yıllar sonra anlatırken şöyle diyor: -O son anında,gözlerimin içine bakarken,onun beni ve herşeyi hatırladığını anladım. Ve Benjamin,gözlerini o kadının kollarında bir bebek olarak kapattığında,benim de göz kapaklarım ağlamaktan kapanmıştı. Burda ne kadar anlatsam da ,filmin havasını,müziğini(yani kendi içsel müziğinden sözediyorum,film müziğinden değil) rengini yakalamak için sadece seyretmek lazım.Bence gece matinesine gidin çünkü çıkışta ağladığınızı göstermek istemediğiniz insanlar olabilir.

BROKOLİLİ PONPON BÖREĞİ (Tuliş usta farkıyla)

Exper reklamında kadıncağız harıl harıl tarif arıyor.Sonunda portakalağacı.com'dan buluyor,zaten siteyi ziyaret ettiğinizde portakalağacı böreğin icad aşamasını kendisi anlatmış.Ama ben beğenmedim içine koyduğu harcı.Size kendi yaptığım tarifi vereceğim. *iki adet yufka *500 gr.kadar brokoli *bir su bardağı kadar süt *yarım paket margarin veya isteğe göre tereyağı * rendelenmiş bir buçuk su bardağı taze kaşar *Bir su bardağı robotta çekilmiş ceviz içi *bir yumurtanın sarısı Brokoliyi suda haşlayın.Sadece yeşil çiçekli kısımlarını ama.Sapları börekte işimize yaramıyor,isterseniz ayrı yerde değerlendirin.Ben kıtır kıtır çiğ yiyorum mesela,yoğurda batırıp.Kalın olan ana sapını da bir güzel soyup içinden çıkan salatalık kıvamındaki tazecik filizi de yiyorum.(Brokoliden babam çıksa yerim ekolü benimdir) Neyse,efenim,niye lak lak ediyorum,Ayşe Tüter gibi somurt somurt somurtup o şekilde yemek hazırlayarak yüreğinize fenalıklar getirmeyeyim diye.Üstelik de yanımda onun gibi zırta pırta azarlayıp bozacağım bir Ceren hanım da yok! Haşladığınız brokoliyi biraz ufalayın.Nasıl mı?Ne biliim yahu,onun bir yolunu bulun işte,ben bıçakla kabın içinde çintiyorum el sürmeden.Sonra kaşarı ve cevizi üzerine dökün.Harmanlayın.(vaaay...bu harmanlayın sözü de pek şıkmış yemek tarifi verirken!) Sonracııma,sütü güzelce ılıtın.İçinde de yağınızı eritin.Bu süt yağ karışımı biraz çoksa ve artarsa,başka böreklere de kullanın.Süt yoksa,su da aynı işi görür,emin olun.Ama çok sıcak olmasın. Bütün yufkayı güzelce tezgaha yayın,her yerini bu sütlü sosla ıslatın.(Silikon yumurta fırçası bu işi kolay yapmanızı sağlıyor.Hayır canım yumurta silikon diil,fırça silikon) Sonra karşılıklı uçlarını kapatıp yufkanızı bir kare haline getirin.Sonra da dörde bölün.Yani dört küçük kareye.Her birkarenin üzerine yine sütlü sosu sürün.Sonra brokolili harcınızı ortasına koyun.Tekrar karşılıklı uçlarını kapatıp bu kez şişman bir kare elde edeceksiniz ve kapanmış uçları tepsiye değecek şekilde tepsinize koyun. Bu şekilde tüm böreklerinizi hazırladıktan sonra,mümkünse tepsisiyle beraber bir gece derin dondourucuda bekletin ki böyle pişince talaş böreği gibi ağzınızda dökülsün.Ama bekletemezseniz de olur. Pişeceği zaman yumurta akını böreklerin üzerine sürün.170 veya 180 derece önceden ısıtılmış fırında yumurtaları güzelce pişip renk alana kadar tutun. Sonra da çıkartıp yiyin ama niye brokoli koyacaksınız ille ben onu anlamadım.Bunun içine aslında bildiğiniz kıyma,bildiğiniz beyaz peynir,bildiğiniz ıspanak öyle hoş duruyor ki. Maksat güzellik olsun,eğlenmek olsun diyorsanız benim gibi alın size Brokolili Tonton Böreği...(Portakalağacı nın P'sinden Ponpon böreği oluyorsa,Tuliş'in T'sinden de Tonton Böreği oldu.) Ve o olmazsa olmaz cümlemiz ile yazar yemek tarifini burda bitirir. AFİYET OLSUN! (NOT=BÖREĞİN PONPONLU KISMI NE BENDE NE DE PORTAKALAGACI.COM'DA MEVCUT.PONPON İÇİN CEP TELEFONUNA EXPER YAZ P-O-N-P-O-N harflerini TUŞLA YOLLA BAKALIM NOOOLCEK...BEN DE MERAK ETTİM)

GÜZEL ATLAR ÜLKESİ

Yaşayan her canlı ölümü tadacaktır diye yazar ya Zincirlikuyu mezarlığında… Yaşayan her canlı,KAPADOKYAyı görmeden ölümü tadmamalı. Orada anladım ki ben bu yaşa,sırf orayı göreyim ve Tanrının heykeltıraşlığına,ressamlığına bir kez daha tüylerim diken diken olarak şükredeyim diye gelmişim,bu ömrü bunun için yaşamışım. Abartmıyorum…ya da abartıyorum evet,abartılmadan anlatılması mümkün olmayacak bir yerden sözediyorum çünkü. 60 Milyon yıl önce püskürmüş üç dağın yarattığı bir görsel şölen. Erciyes,Hasandağı ve Güllüdağ bu mimarinin fırçaları,tanrı asıl ressam. İnternet arama motoruna Kapadokya yazdığınızda karşınıza çıkabilecek yüzlerce,binlerce resim var.Ama onlara dokunmak,onların gerçek boyutlarına şahit olmak,içlerine kazınmış kiliselere,manastırlara,yeraltına doğru inen şehirlere girmek,yüzlerce yıl önce yanmış ateşlerin duvarlarda bıraktığı siyah islere dokunmak,duvarlara güvercin yumurtalarının akıyla karıp boyadıkları fresklerin bu gün hala nasıl capcanlı durduğunu hayretler içinde seyretmek olağanüstü bir deneyim. Harikulade tur şoförümüz Kenan Kaptan ve yine harikulade rehberimiz Sercan eşliğinde orada geçirdiğim o iki günü günlerdir unutamıyorum. En kısa zamanda tekrar oralara dönüp bir ilkbahar mevsiminde vadi yürüyüşlerine katılmayı kafaya koyduk. Burda size tarihçesinden,oluşumundan,nasıl oluştuğundan falan sözedecek değilim,zaten isteyen,merak eden bu bilgilere ulaşır rahatlıkla. Tek yapamadığımız şey,balonla yukarıdan seyretmekti ama bunu hiç yapamayacağımızı biliyorum.Oğlumuz çok istemesine rağmen hem hava koşulları çok çetindi hem de eşim de ben de balondan müthiş tırsıyoruz,karadan seyretmek en iyisi. Ne yapın ne edin gitmediyseniz gidin. Çömlek kebabı yiyin,eski kervansaraylardan dönüştürülmüş restoranlarda harika kahveler için,Avanos’ta çömlek evlerinden birine girip oğlumun müthiş bir heyecanla yaptığı şeyi yapın,ayak tablasında çömleğe şekil verin.Kızılırmak nasıl yoğrulup tabak,testi oluyor hayretle kendiniz şahit olun. Eski manastırlarda,eski kiliselerde,tüyleriniz diken diken olarak,tıpkı bizim gibi bir zamanlar orda yaşamış olduğunuzu farzedin.Eski taşların,eski yemek masalarının,eski taş yatakların kokusunu içinize çekin,kayaya oyulmuş mezarlara hayretle bakın.Keşişlerin duvarlara sadece delikler açarak merdiven oluşturdukları ve nasıl tırmanıp indiklerine asla akıl sır erdiremeyeceğiniz kaya keşiş evlerini görün.Hala oluşmakta olan peri bacalarının oluşum süreçlerinden birine gözlerinizle şahit olun.Normal yürürken aşağıya doğru bir bakın ve aslında oluşmakta olan bir peri şapkası üzerinde durduğunuza hayretle şahit olun.İçinizden,yüz yıl sonra kimbilir burada benim görmediğim neler oluşmuş olacak diye merak edin.Kırmızı,yeşil ve sarının nasıl inanılmaz bir tual gibi bir vadiyi rengarenk boyayabileceğine hayretle tanık olun.Deve,at,balık,Mevlevi ve meryemana şeklini almış kayaların oluşturduğu Devrent Vadisini tepeden izleyin. Kaymaklı yer altı şehrinde tarihin alt katmanlarına doğru ürkütücü ama heyecan verici bir yolculuğa çıkın.Aşağıdaki bilgileri bir başka siteden aldım ve kopyalıyorum “Şehrin giriş katında hayvanların bağlandığı yerler bulunuyor. Sonra da yiyeceklerin depolandığı bir başka bölüme geçiliyor. Yeraltı şehrinin her bir bölümü diğerine dar tünellerle bağlanıyor. Ve her giriş değirmentaşı biçimindeki hareketli kaya kapılarla kapatılabiliyor, bu şekilde düşman saldırılarından korunuluyor. Yeraltı şehrinin şarap yapımında kullanılan odaları da var. Şehir toplam 40 metre derinlikte 8 kattan oluşuyor. Şehrin mükemmel bir doğal havalandırma sistemi var. Ortak mutfağı ikinci katta. Gerek Kaymaklı’daki, gerekse Derinkuyu’daki yeraltı şehirlerinin tüm katları henüz ziyarete açık değil. Kaymaklı’nın 20 metre derinlikteki 4. katına, Derinkuyu’da ise 55 metre derinlikteki 8. katına inilebiliyor. Derinkuyu’nun toplam alanı 4.5 kilometrekare. Yaklaşık 20.000 kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. Kaymaklı ise Derinkuyu’nun aşağı yukarı yarısı kadar. Yeraltı şehirlerinin yapımına hangi dönemde başlandığı kesin olarak bilinmiyor. Şehirlerin Hitit döneminde var olduğuna, Hristiyanlık döneminde de genişletildiği ve özellikle Arap akınlarına karşı korunmak amacıyla kullanıldığına ilişkin bilgiler var. Şehirlerin yiyecek depolamak amacıyla da kullanıldığı anlaşılıyor. Ayrıca akılalmaz doğal havalandırma sisteminden dolayı uzaylılar tarafından yapılmış olabileceğini iddia edenler bile var.” Kapadokya,pers dilinde güzel atlar ülkesi demekmiş.Orijinali KATPADUK veya KATPATUKYA diye geçiyor. Bölgeye ilk indiğimiz gün,saat sabahın üçü ya da dördü falandı.Kayseriden bir saatlik bir yolculukla otelimize ulaştık.Öyle bir fırtına vardı ki,neredeyse tur minibüsünü devirebilirdi.Gece sabaha kadar titreyerek ve resepsiyondan istediğimiz yedek battaniyelerle uyuyabildik.Sabah uyanıp pencereyi açtığımda öyle bir çığlık koparttım ki oğlum ve eşim sıçrayarak uyandılar.Her yer karla kaplıydı ve hala yağıyordu.Odamız harikulade bir vadi manzarasına ve iki adet dev kaya piramite bakıyordu ve bu manzara tamamen karla kaplıydı.Kahvaltımızı ederken kar durdu.Sonra tıpkı korku filimlerinde olduğu gibi inanılmaz bir hızla terastan görebildiğimiz tüm vadiyi bembeyaz bir sis kapladı.Eşim kara razıydı,sis gezimizi mahvedecek bir şey göremeyeceğiz diye bayağı hayıflandı ama yarım saat içinde sis çekilirken bir yağmur da başladı ve tüm karı alıp götürdü.Ama gözün görebildiği ufuk çizgisinde hala pek çok yerin sisle kaplanmakta olduğuna hayretler içinde şahit olduk. Gezimiz devam ederken bir güneş,bir yağmur devam etti,bir ara yine fırtına çıktı…yani bir gün içinde ,görebileceğimiz tüm hava olaylarını gördük desem yeridir. Tur şoförümüz,bize oraya gelen her turistin bir kez yerleşmeyi aklından geçirdiğini söyledi.Bizim de geçmedi değil ama maalesef deniz kenarı olmadığı için sadece geçtiğiyle kaldı.Ama ne yalan söyleyeyim,Ürgüp gerçekten gözle görmeden inanılamayacak kadar güzel bir ilçe ve kayalar,kaya evler ve yeni evler iç içe harika bir panaromik görüntüye sahip.Bu arada hala eski ve yeni asmalı konakların ziyaretçileri var.Ve hatta hala,ikinci konağın önünde birkaç hanım,Dicle Sürmesiiii,diye bağıra bağıra sürme satmaya çalışıyor.Dicle mi kaldı,sürmesi mi kaldı bacım,diyesim geldi tabii.Konağın biriki odası hala eski dekoru ile muhafaza edilmiş ziyaretçiler için ama aslında gece klübü olarak kullanılıyor.Heryerde dizinin fotoğrafları,kahramanların resimleri asılı.Konağın önüne de belediye kocaman bir anıt yapmış,diziye emeği geçen herkesin adını yazdırmış. Asıl güzellik tabii şarap evlerindeydi ve biz şarap tutkunu iki deli şarap almadan asla dönmeyeceğimiz için,şunu da bunu da diye diye şarapları tadıp durduk.Gerçi Şirince’deki şarap evlerinden biraz farklıydı,burada şarabı fabrikasyona dökmüşler,sadece üzümden yapılıyor,Şirince’de ise akla gelebilecek her meyvenin şarabını tadabiliyor,satın alabiliyorsunuz.Ama yine de favorimiz üzüm şarabıdır.Üstelik kırmızı! Dönüş günü neredeyse ağlayacak kadar üzüldüğümüzü de eklemeliyim çünkü gezemediğimiz,onyedi vadi ve yüzlerce kilise ve manastır kaldı.Vadi yürüyüşleri de cabası. Üçgüzeller’i,Zelve’yi,Çavuşin’i,Devrent’i,Ortahisar’ı,Ürgüp’ü,Avanos’u,Göreme’yi,Kaymaklı yer altı şehrini ve Göreme Açıkhava Müzesini(ki favorim burasıdır) Güvercinlik Vadisini ve Paşabağ’ı mutlaka görmeden ölmemeye bakın. Hayatınız değişecek,hele kileseleri gezerken mutlaka bir rehber ile olun,öyle şeyler anlatacak ki bazen ağlamak isteyeceksiniz.Neden mi? Gidin ve kendiniz görün. Güzel atlar ülkesi,mutlaka yine geleceğiz.Vadilerinde tutulmamış sözlerimiz var!.... (NOT=Bir ara vakit bulduğumda,çektiğim resimlerden bazılarını buraya ekleyeceğim.Her ne kadar resimler asla aslını yansıtamasa da...)

ŞU KADARCIK ŞEYİN FİYATI

Sevgililer günü yaklaşıyor. Nefret ederim zoraki kutlama günlerinden,pek çoğunuz da benimle aynı fikirdesinizdir,eminim. Anneler gününden,babalar gününden,sevgililer gününden … Zoraki hediyeleşme günleridir. Bayramları severim,bunu da bilir benim okuyucularım.Onlar özeldir,anlamları çok evrensel gelir bana.İnsanlığa unutulmak üzere olan bazı erdemleri hatırlatır,zoraki de olsa.Gibi yapmayı öğretmesi bile bir faydadır. Ama annesini,babasını,sevgilisini unutmak üzere olan var mıdır ki şu dünyada,onları bir günle hatırlatmak falan gibi bir denyoluk yaratılmıştır insan eliyle? Ha bir de bu işin medya ile zorla,ama öyle böyle değil bayağı demir yumrukla kutlatılması durumu var ortada.Daha o “özel gün” e on gün kala başlar gazeteler,dergiler,televizyonlar ve radyolar…Binbir türlü duygu sömürüsü ile o muhteşem kişiye neden hediye almamız gerektiğini anlatan reklamlar döner durur heryerde. Sevgilililer günü,anneler ve babalar gününden biraz daha farklıdır tabii.Bu kutlama tek taraflı değildir onlar gibi.Sevgili olmak için iki kişi gerekir ve karşılıklı hediye almak gerekir.Bingooo! Tüketim toplumuna bir taşla iki kuş! Gerçi anneler ve babalar günlerinde de hem kendimizinkine hem de kayınvalide veya kayınpederlerimize aldığımızdan aslında onlar da bingodur,bir taşla iki kuştur tüketim toplumu kültüründe ya neyse… Fakat her nedense,hep kadın sevgiliye alınabilecek hediyeler sokulur medyadan gözümüze gözümüze.Hele pırlanta reklamları beni iyice çileden çıkartır.Bir kere zaten takı takmayan,alyansını bile parmağına geçirmekte zorlanan bir insansanız benim gibi,hayatınızda incik boncuk,değerli değersiz her türden süsü püsü bir takım uzuvlarınızda taşımak hep yük gelmişse,kol saatinden başka hiçbir şeye yüz vermiyorsanız,beni anlamakta hiç de zorluk çekmezsiniz.Topraktan çıkartılıp parlatılıp parlatılıp şekil verilen bir şeyin neden o kadar yüksek fiyatla kadınlara bir etiket formuna getirilip satıldığını,bir takım hatunların da (ki muhtemelen az gelişmiş beyin hücrelerine sahip olanlardan sözediyorum) bunlara ayılıp bayılıp parmağına kulağına geçirdiğini anlamakta oldum olası zorlanmışımdır. İşte dediğim gibi bu sevgililer gününde de yine aynı şey…Şu kadarcık diye irice bir şeker fasülyesi tanesi kadar gösterdikleri şeylerin fiyatlarını da açıklamak gafletinde bulundular şimdi reklamlarda. Aaa...! Bir de baktık ki hiç de o kadar abartılacak fiyatlar değilmiş! Eee? Şimdi noolacak? Bir kere o şeyi sırf fiyatının çok yüksek olduğunu düşündüğü için sahip olamadığı bir takım değerleri parmağında göstermelik taşıyarak tatmin olacak olan hatunlar hayal kırıklığına uğrayacak! Hiç de pahalı değilmiş! Çalışan her kadın iki üç takside bile gerek kalmadan gidip alıp tek taşını kendi takıp bir de sevdiceğim aldı diye hava atabilir,ne değeri kaldı şimdi sevgilinin onu alıp sana takmasının diil mi ya? İkincisi,televizyonda gördüm bunun fiyatı şu kadarmış diyebilecek kadın artık,adam o hediyeyi verirken hiçbir sürprizi kalmamış olacak,kadın geceler boyu acaba buna kaç para verdi benim için diye merak edip durmayacak.Hatta ucuzundan almış,bunu reklamda görmüştüm diye belki bozulacak…İçinden pinti herif diye hayıflanacak. Üçüncüsü,kadın ola ki onun fiyatını televizyonda görmemiş olabilir,ama kıskanç çevresi bakıp bakıp,bunun reklamını gördüm ,bu en ucuz olanlarından diye kadını gaza getirip küplere bindirecek… Nerden bakarsan bak fiyasko bir reklam düşüncesi.
Tabii satışları etkileyecektir,işe minibüsle gidip gelen,kıçında son altı ay içinde asla yenisi alınmamış don taşıyan hatunlar bile parmaklarındaki yüzükleri,mahalle manavına,pazarcı esnafına,mahalledeki kadınlara göstermek için bahaneler bulabilecekler artık. Zaten herkesin ulaşabildiği şey değerli değildir,diye bir anlayış var ya modada… Bu da böylece sıradanlaşacak,herkesin parmağında var olan bişey olacak ne güzel.Reklamcılık açısından fiyasko belki ama toplum huzuru açısından gayet güzel bence. Asıl kafama takılan da neden hep dişi sevgililere çalışıyor bu reklamlar?Kırmızı gül resimleri içindeki gazete reklamları,parfümler,iç çamaşırları,renkli taşlı pembe,mor telefonlar falan? Yemin ediyorum bir tek yerde bile erkeğe özel bir ürünün reklamını görmedim,sevgililer günü için.
Herkes dişi sevgiliye çalışacak,erkek sevgilinin canı yok!Ona çiçek alan,gönderen,ona güzel şiirler yazan,ona sürprizler hazırlayan yok! Herşey kadına,yaşasın dişi sevgililer günü! Medya da biliyor kadının arıza olduğunu,kadının hediye uğruna neleri yuttuğunu. Karısı veya sevgilisi tarafından aldatılmış ya da onur kırıcı davranışlara maruz kalmış bir erkeği hangi kadın pahalı bir hediye ile birden hafıza kaybına uğratabilir?Var mıdır çevrenizde,karısının hediye ettiği pahalı bileklik hatırına onun aldatmasına göz yummuş gibi davranan bir erkek? Ya da süper bir cep telefonu hatırına karısının iğrenç hakaretlerine,abuk sabuk davranışlarına ses çıkarmayan bir adam? Yok! Olmasın da lütfen! İsterdim ki kadın da olmasın ama bu mevzu çok derin.Şimdi kadının ezilmişliğinden bir başlarsınız,ben de kafasızlığından başlarım,tartışır tartışır dururuz. Parmağında yüzükler,kolunda bilezikler,oy sana herkes dolansın Emine,nedir bu beyinsizlikler,nedir bu beyinsizlikler! (Not=Emine şarkıda geçen kadının ismidir,tüm Emine’leri tenzih ederim…)

AK SAKALLI DEDE BU GECE BİZE GEL

Hani bazen böyle hayaller kurarız,sihirli değnek,sihirli yüzük fantezilerimiz vardır hani…Tabii güzellik yarışmalarının finallerinde güzellere sorulan o abuk sorulara verilen abuk cevapları hatırladınız,hani şu elinizde sihirli değnek olsa ne yapardınız? Sorularını falan…
Finalist kız,aslında izin verseler bas bas bağırır,şu yarışmada kendimi birinci eder , sizin gibi denyoları da ömür boyu bir daha görmeyeceğim bir yere hapsederdim…ama diyemez tabii,önceden ezberletilmiş olasılıkları sıralar… -Savaşları bitirirdim,açlığa çare bulurdum,dünyamızı tehdit eden su sorununu çözerdim… Hohohyt…salağım benim,bizim Anadolu yerlisi yıllardır çatal çubukla su bulup durur sen hala sihirli değnekten su fışkırtmayı dahilik san!!! Neyse konumuz bu değil,kendi kendimi konu dışına saptırmamdan nefret ediyorum ama parmaklarım klavyede bazen iradem dışına çıkabiliyor… Öhöm öhöm,konuya dönüş öksürüğümden sonra devam ediyorum. Yıllarca bunun üzerine master derecesinde düşünüp durduktan sonra,buldum cevabını… Yani bir ak sakallı dede karşıma dikilip de bana dile benden üç şey,üçünü de yerine getireceğim,dese,eğer o anda dedenin bir andan nerden peydahlandığını anlamadan kalp krizi geçirmemişsem ya da korkudan altımı ıslatmamışsam,cevabım hazır! Öyle üç şey bulup söylemeliyim ki ömrü billah bir daha dedeyi görmeme gerek kalmasın,ömrü billah bir daha pişmanlık duymayayım,ah dede vah dede bir daha gel noolur o gün eksik söylemişim diye yanmayayım. Sağlık desem,bir gün yaşlanınca yine hastalanma ihtimalim var.Para desem,aptalca bir ekonomik politika sürüp bir gün elimdekini avcumdakini yine kaybetme ihtimalim var.Yani hiçbir şey kalıcı değil.Zaten dedeye elindeki o sihirli değneği bana ver ve bir daha gözüme görükme desem,dede beni o değnekle öyle bir döver ki,üstüne geri kalan iki dilek hakkımı söyleyecek ağzım ve dişim bile kalmaz. Zaten ermiş dede karşımdayken ben böyle iki saat dilek düşünsem,hazret beni bekler mi bakalım.Mecburen ilk dilek olarak “Bana biraz daha fazla süre ver” diyceksin… O zaman da dede yanlış anlayıp seni ömür boyu bir süre içinde beklemeye mahkum edebilir.Zaten ilk dileği de böyle heba etmek olmaz. Neyse uzatmayalım,diyorum ya yıllarca bunun üzerinde master kıvamında düşünüp durdum diye. İlk dileğim,(Dikkat ilk dileğimi söylüyorum,bir yerlerde bunu okuyan falan bir ak sakallı dede varsa,belki insafa gelir de gerçekleştiriverir kimbilir?) -Şu parmaklarıma dokunduğu yeri iyi eden bir güç ver! Eh,böylece ne kadar bencillikten uzak ve ne kadar hümanist bir kişilik olduğumu da dedeye ispat etmiş ve gönlünü de kazanmış olurum di mi.Bir taşla iki kuş,hehe…Dokunduğun yerde tüm hastalıklar yok olacak.Vay anasını be,insanlığa hizmet dediğin böyle olur.. İkinci dileğim tabii ki yine şu barnahlarıma tüm arızaları ve tüm bozuklukları giderecek bir güç ver.
Motor stop etti,dokun düzelsin,televizyon bozuldu dokun düzelsin,sigorta attı,bilgisayar göçtü,cam kırıldı,tavanın sapı koptu,musluk tıkandı,tuvalet akıtıyor….peeeh! Hiç biri dert diil,dokun düzelsin! Bu ilk iki dilek kabul edilirse,tıp alanında mı yoksa tamirat alanında mı ünüm artar ben de bilemiyorum amma,hem mühendis hem doktor olaraktan epey bir caka satacağım kesin. Sonuncu ve en vurucu darbe,üçüncü dilek hakkımda geliyor şimdi. -Sen şimdi de ablama git ve onun üç dileğini yerine getir! Hoop…anında ablama bir telefon -Aloo…abla?Bak şimdi birazdan sana bir dede gelicek,sakın korkma,salonun ortasında dikilivericek ama zararsız.Sakın çığlık atim deme,ona ilk iki dileğini söyledikten sonra üçüncü dilek hakkın olarak onu abime yolla ve onun üç dileğini yerine getirmesini iste… Ama o abime ulalşmaadan,önce abimi arayıp ona da bilgi ver ve o da onu babama yollasın son dileğinde…sonra babamı arasın,babam da onu kocama yollasın….kocam da babasına,babası halama,halam teyzeme,teyzem görümceme,görümcem kocasına,kocası dayıma……….. Ya,hadi bakalım dede bey,kurtul kurtulabilirsen bizim sülalenin elinden. Halbuki baştan verseydin bana o sihirli sopanı,böyle ev ev dolaşıp akrabalarım arasında helak olup gitmiycektin…sen de ben de rahata erecektik,sen de geri kalan zamanında emekliliğinin tadını çıkaracaktın.Ama zaten sende böyle hinlik olsa ermiş olmazdın,nerden bilicen ki insanoğlu bu kadar tilkidir?
(Not=Bu yazıyı bir gün okuma ihtimali olan ermiş dedelere duyurulur; Yukarıdaki satırlar tamamen şaka mahiyetli olup,yazarın tüm ak sakallı dedelere sonsuz saygısı vardır. Ola ki zavallı yazara yapmayı tasarladığınız bir ziyareti sırf bu yazı yüzünden iptal ederseniz,yazar sizlere her türlü yalakalığı ve şaklabanlığı yaparak gönlünüzü almaya hazır ve de nazırdır.)

PERGEL DELİĞİ

Hayatlarımızın ortak elemanları üzerine konuşmaya kendini adamış bir geveze olduğumdan ,konuya nerden başlasam diye hiç sıkıntı cekmiyorum.
Ortak eleman deyince,ilk aklınıza ne gelir? Ya da ortak payda? Kesirler…kümeler…veee Matematik dersleri değil mi?
Kalem kutunuz eğer kumaştansa,o yuvarlak yuvarlak kümeleri çizmek için yanınızda taşıdığınız pergelin ucu,kalem kutuyu hep delmiştir,delecektir.. Sen yıllar boyunca,kümeydi,birleşimdi,kesişimdi,çalış…çiz..sonra aklında tek kalan,kalem kutundaki pergel deliği olsun!
Bilemiyorum hangi çocuk,kümelerin ortak elemanlarını başarıyla bulduğu,yada sıfır virgül bilmem kaçın kesirli sayıya çevrilebilmesinin altından başarıyla kalktığı için,bu gün hayatta daha mutlu,daha kişilikli ve daha güçlüdür.. ........
-Başınız sağolsun,annenizi kaybetmişsiniz -Olsun..!Ben eşit kümeleri çok iyi bilen biri olarak,bu acının üstesinden gelirim.. ........ -Ay..çok üzüldüm şekerim,meme kanseri olmuşsun,birini almışlar… -Ne önemi var şekerim?Ben dokuz basamaklı ondalık sayıları, kesirli sayıya çevirebilen bir kadınım bunu da hallederim..
........ Tabii!!
Memenin diğer kalanını,tam sayıya çevirip,ortak eleman olarak kullandın mı ,tamam.Küçücükken sayıların tacizine uğramış beynin,bunun üstesinden böyle gelebilmek için eğitilmedi mi? -Tankut,seni terk ediyorum.. -Neden Birtanem? -Öküzsün de ondan..kadın ruhundan anlamıyorsun. -Ama Ayla…ben doğal sayılarda çözümleme yapabiliyorum…Yeterli diil mi? -Beni de çözümleseydin keşke ,Tankut.. Onca havuz problemi çözdük de,havuz başında cilt kanseri olmadan kaç faktörlü güneş yağıyla,kaç günde nasıl bronzlaşacağımız ya da selülitlerimizi havuz başında nasıl gizleyeceğimize dair problemlerimizi hala çözemedik.
Mehmetin yaşı ile Ayşenin yaşları toplamı …diye başlayan problemleri çözdük ama,Mehmet kaç yaşında ÖSS mağduru olur ve işsiz gezmekten intihar eder, ve Ayşe,sigortadan kaç yaşında,kaç günlük primle emekli olur ,problemlerini de çözemedik.Hatta Ayşe'nin kaç yaşında gelin gideceğini ve kaç yaşında töre tarafından infaz edilebileceği ihtimalellerini çözmekte bir adım ilerleyemedik...
Bir sınıftaki öğrencilerin ,beşte ikisi kız,geri kalanı erkektir,diye başlayan problemler çözdük.Ama o sınıftakilerin kaçı öğleden sonra ayakkabı boyar,kaçının okul ihtiyaçlarını karşılayacak parası yoktur,hatta kaçta kaçı kız olduğu için okuldan alınmıştır?..Hatta hatta kaçı sırf kız çocuğu olduğu için kocaman rezil amcalar tarafından taciz edilmiştir....?Bunları hele hiiiç çözemedik.
Aynı şehirden,birbirlerine doğru yola çıkan iki arabanın hızları….diye başlayan problemleri çözdük,o arabanın şoförü kaç saattir uykusuz ve hangi sürücü daha alkollü diye başlayan trafik problemlerimizi de hala çözemedik..
Bir küvet,saatte şu kadar damla ile dolarken,aynı anda şu kadar metreküp suyu sızdırıyor…diye başlayan problemleri çözdük,ama İSKİ faturalarını geciktirmeden ödemek,suyu idareli kullanmak gibi problemlerimizi de çözemedik…. Dünyanın suları hala bir yerlerden sızdırıyor ve biz buna çare bulamıyoruz...
Saat farkı problemleri vardı bir de değil mi…? -Bu günkü konumuz saat farkları ,çocuklar..Mesela dünyanın şurasında saat şuykeeen….evet,hesaplayın bakalım Türkiyede saat kaçtır..
Hesaplayın çocuklar..hesaplayın bakalım gelişmiş ülkelerde,zaman farkından dolayı onların tüm sosyal hakları çatır çatır devlet tarafından korunurken,yine zaman farkından dolayı onlar uzaya,yeni kainatlara ve yeni güneş sistemlerine giderken bizler hala derinlere,daha derinlere kazı yapmakta(!) olduğumuzdan,Türkiye de neden zaman hala geriye akmaktadır...
Bu kadar saat,zaman ve çağ farkını,hangi hükumet,nasıl kapatacaktır?!Maalesef bu problemi de çözemedik.
Sadece Milli Eğitim şuuru değildi yıllarca,cocuk beyni tacizi suçunu işleyen..Biz de bu suça,bile isteye,farkında bile olmadan bodoslama iştirak etmedik mi? -Yalan söyleme yavrum..yalan çok büyük bir ayıptır..hem de günahtır -Olduğun gibi görün,olmadığın gibi davranma,çok çirkin bir şeydir bu.. diye martavallar attık cocuklarımıza.
Ama saçlarımızı boyattık,göğüslerimizi büyüttük,renkli lensler taktık,korseler içine hapsolduk,dudaklarımızı şişirttik,kalıcı makyajlar yaptık,protez tırnaklar taktırdık. Niye? Olmadığımız gibi görünelim diye..Herkesi kandırmak için!
Minicikken kızlarımızı güzel kızım,prensesim,kraliçem diye sevdik.Büyüyüp de ben güzellik yarımasına katılacağım dediğinde,ona ilk tokadı yine bizler attık.
O halde,neden ona insan olmak yolundaki ilk sıfatı öğretirken,hep güzelliğinden söz ettik?Tek takıntısı kuaförler,giyim kuşam olan tiki kızlardan biri olsun diye mi?
Oğullarımızı Aslan oğlum diye sevdik..paşam,diye büyüttük..Niye?
Yirmi yaşını geçtikten sonra o aslan oğulların,yüzde sekseni orman kanunlarına göre yaşayıp,orman kurallarıyla evini idare etsin diye mi?Hatta öyle alıştılar ki oğullar bu hayvan kompleksine,eşine evinde köpek,sokakta yılan,yatağında ayı gibi davranabilme potansiyeli geliştirdiler..Paşam diye büyüttüklerimiz,büyüyüp de paşaların haremlerine özendiler.Tek gülle yetinemez oldular…Yada vatana ihanet eden paşalar oldular belki...
Bunları biz yaptık..onları biz zehirledik.Şimdi bütün bunları ezelden beri yapagelmiş annelerin oğullarıyla evlendik..Onları eleştirmeye devam ederek,onlardan doğan çocuklarımıza aynı davranarak…
Çocuk şarkılarında bile çocuklarımızın beyinlerinin içine ettik. -Bir küçücük aslancık vaaarmııış… Neden bütün hayvanları çocuklarımıza ilk CIK CİK ekleriyle tanıtırız ki?Nedir bu çocuklara vahşi hayvanları sevdirme azmi?
Kaplancık,tilkicik,ayıcık,timsahcık,kurbağacık..
Afrika ya da Endonezya cangıllarında yaşamıyoruz ki.Bu vahşi hayvan-CIK lar her an karşımıza çıkıp selam mı verecek?Yani çocuk o timsaha sevgi beslese ne olur,beslemese ne olur?Doğayı sevdirmenin,doğal yaşamın önemini kavratmanın yolu bu mudur yani?
Bu hayvanların hiç de öyle masum şeyler olmadıklarını anlamaları için ille hayvanat bahçelerinin kafeslerinden içeri soktukları kollarının parçalanmasını mı bekleyeceğiz?
Hayvanları sevdirdik,eve kediCİK getirince,ensesine şaplağı indirdik.. Hayvanları sevdirdik,köpekCİK almak istiyorum dediğinde,eve köpek girmez diye azarladık. Hayvanları sevdirdik,kurban bayramlarında koyunCUKu onun gözleri önünde kesiverdik,kanını da alnına sürüverdik..
Sen vahşi hayvanları sev yavrum,evcilleri boşver,onları sevince,azıtıp eve getiriyorsun!!
Al ben sana pergel vereyim,bak sen daireler çiz matematik defterine..Sonra onların içine küme elemanları yap..Anneni koy,babanı koy,aileni koy..Ben sana yalanlar öğreteyim hayat üzerine..Kümene onları da koy..Ama öyle kalın çiz ki daireni,giremesin içeri başka fikirler,başka ufuklardan sızmış gün ışıkları..Öyle kalın çiz ki….bir daha kimse silemesin senin çizdiğini..Kimse giremesin o çizgiden içeri..böyle kalın çizgilerle yaşa hayatını..
Şablonların asla değişmesin..Hayat aksın..değişsin..Ama senin dairen değişmesin..Pergelini de kaldır işin bitince,ucu bir yerini delmesin…

UÇAN HALI'M

Bazen hiç bir şey yapmıyorum... Evet hiç bir şey... Halının üzerine uzanıyorum,gözlerimi tavana dikiyorum.Bırakıyorum bakalım sihirli halı beni nereye götürecek... Bazen on yaşımda,bazen yirmi yaşımda buluyorum kendimi...Bazı dostlarım sevdiklerim geliyor yanıma...bazen de hiç biri... Sonra kalkıp bir sigara yakıyorum...rutin işlerim var beni bekleyen...rutini bozmak istiyorum olmuyor...bir şey beni dürtüyor yapmak zorundayım çünkü... TV açıyorum...her kanalda ayrı bir cümbüş...uçaklar düşmüş,bombalar atılmış,birinde bir kadın şarkı söylüyor poposuna çuvaldız batırılmış gibi.,birinde kayak yarışları var sunucu heyecanla anlatıyor,ötekinde bağıra çağıra haroşa şapka ilmikleri öğretiyorlar hayatın en önemli mevzuuymuşçasına...bir başkasında iyi ile kötünün savaşıp mutlak iyinin kazandığı ve o iyinin mutlaka başı bağlı ya da namaz kılan biri olduğu sır dizilerinden birisi var...Bir diğerinde saçma va zararlı kozmik mozmik çizgi filmler...ötekinde şarkı klip,öbüründe dünyayı kurtarmaya çalışan iki adam bilmemne kredilerinin ödenme sürecini tartışıyorlar...Pencereden simitçinin,geçen trenin,araba kornalarının sesleri geliyor... Bir anda kapatıyorum hepsini...hem pencereyi hem TV yi...ya da elimdeki gazeteyi...Pat! Alabildiğine sessizlik...hani o şamata,hani o sahte cıvıl cıvıl renkli hayat?Yok! TV kutusunun içinde,gazetenin katlı sayfalarında kaldı... Hayat ne kadar da sade aslında diyorum... Birileri bir yerlerde kitaplar yazıp duruyor,işin kötü tarafı da satılıyor olmaları...Hayatı güzelleştiren beş sır...Hayatta Başarılı olmanın yolları....insanları etkileme sanatı...İşyerinde iyi yönetici olmanın kuralları...Mutluluğun vebaşarının anahtarı.... Hep nefret etmişimdir bu hayat öğreten kitaplardan...hayat kitaplardan öğrenilecek kadar basitse,o kitapları yazanlar nereden öğrendiler? Aslında o kadar sade ki her şey...sen o gün hayatında ne olmasını istiyorsan o oluyor...bazen çerçeveden çıkanlar da olmuyor değil ama yaşadığın herşeyi sen çağırıyorsun buna inanıyorum işte... Ne kadar inkar edersen et,sen çağırıyorsun,bilerek ya da bilmeyerek... Sihirli halımdan kalkıp kendime bir kahve yapıyorum... Hep aynı marka ama bazen nedense tadı bozuk geliyor...demek ki hayat da herkese aynı ama algılayış biçimi işte kahveyi günden güne tadma biçimimiz gibi...O günkü kimyamızla alakalı.Ya da kişisel kimyamızla,hani o bizi hiç terketmeyecek olan kimyamız,demirbaşımız...kimileri karakter der hani. İddia etmiyorum,sadece kendi kanaatimi açıklıyorum.Canı isteyen katılır istemeyen katılmaz,katılana da katılmayana da kıl oluyorum,deeermişim... Hayatta her türlü bardağı yarım bırakanlardanım...bir tek kırmızı şarabımı bitirmeden kalkmam,onun dışında hep kahvem meşrubatım,biram yarım kalır bardakta fincanda...bir de sigaram sönmez hiç tablada,nedense...bastırırım bastırırım ama tüter... Bunun nedenini düşünüyorum,herşeye bir neden aramak saçma geliyor sonra... Halıya uzanıyorum... Tavanda gözlerim... Bir anneme gidiyorum okul dönüşü,bir lise arkadaşlarıma...bir ada vapuruna biniyorum lise formasıyla,bir okul dönüşü simit alıyorum... Bazen hiç birşey yapmıyorum ve bu bana çooook ama çook iyi geliyor....

TÜRKİYEDE SÜRÜCÜ OLMAK

Sen her yıl şu kadar bu kadar insan trafik canavarına gitti diye bayram öncesi bilançoları bayram sonrası bilançoları yap,basına açıkla,gazetelerde boy boy akordeona dönmüş araçların resmi çıksın,sürücüyle beraber koca aile yokolsun gitsin...Sonra da hala,devlet olarak,tut,önüne gelen gelmeyen herkese birer ehliyet ver...
Şimdi tamam diyeceksiniz ki bu çok klasik bir lakırdı,ülkenin trafik politikası zaten yıllardır böyle...
Böyle de niye böyle?
Daha geçenlerde bir yazı okudum,Türkiyedeki on senelik sürücü belgesiyle ABD ye ehliyet tasdiki için başvuran birisi,ancak dördüncü mü beşinci mi ne sınavında sürücü olabilir onayını alabilmiş.
Niye böyle?
Bizde çevreden sonra en ucuz şeydir insan olmak.Önce çevrenin sonra vatandaşın ağzına ..çılır ,hatta yakında bu maddeyi anayasaya da koyarlar,nasılsa istedikleri gibi oynayabilinecek hale getirdiler onu da.
Şimdi MTSS de kaç soru vardı?Hatırladığıma göre İlkyardım 30,Motor Bilgisi 40,Trafik ve Çevre Bilgisi(bak bak çevreyi de koymuş hassas devlet...sevsinler) 50 soru...En az kaç alman gerek? Herbirinden 70.başarılı olabilmeniz için puan barajı 100 üzerinden 70‘i geçmeniz gerekir.
Trafik 50 soruda 35 doğru
Motor 40 soruda 28 doğru,
İlkyardım 30 soruda 22 doğru yaparsanız; her bir testten 70 puan alırsınız.
Yani trafikten en fazla 15 yanlış, Motordan en fazla 12 yanlış, İlkyardımdan ise en fazla 8 yanlış yapabilirsiniz.
Bu ne demek?
Trafik konuları içinde 15 adet hayati önem taşıyabilecek derecede önemli kuralı bilmiyorsanız,öğrenememişseniz bile 35 doğru sayısıyla ehliyet sizin?
Kavşaklarda yol verme hakkı?
Bilmiyor,sınavda onu es geçmiş?
Sağa sola dönüşlerde dönüş kuralları?
Bilmiyor,onu da es geçmiş?
Araç sollama,otobana giriş çıkış kuralları?
Yok...şey...kem...küm...
İnişli çıkışlı yollarda araç geçiş üstünlüğü?
Fasılalı yanan sarı ışık?Yanıp sönen kırmızı ışık?
Bu tabela nedir?Şey...taşıt giremez miydi,yoksa taşıt trafiğine kapalı yol muydu?
Yol çizgileri?Trafik polisinin işaretleri?(Gerçi öğretilen şekilde trafiği yöneten,kollarını doğru kullanan bir tek trafik polisi gören hatıra fotoğrafı çektirsin...o da başka bir konu!)
Evet?
Yok!
Niye?
Eh,şey,sınavda ben bu konuları es geçmiştim ama olsun 70 i kaptım,ehliyeti de...
Benim gittiğim kursta bana direksiyon öğreten beyefendi eski bir taksi sürücüsüydü.Genelleme yapmayalım ama taksi ve minibüs sürücülerinin trafiği ne hale getirdiklerini herkes bilir.Kalabalık bir ana caddeye çıkmak üzere olduğumda,tüm kuralları yerine getirdiğim ve bunun için trafiği beklediğim zamanlarda bana kızar ve sen çıkar aracın burnunu nasılsa yol verirler,ne bekliycen şimdi,böyle araç kullanılır mı diye kızardı!
Bir aracın geri vitese takıldığında arkasındaki lambaların beyaz yandığını bana hiç öğreten olmadığından,ilk trafiğe çıktığımda neredeyse geri geri üzerime gelen bir inşaat kamyonunun altında gidecektim....
İşte böyle...
50 Temel kuraldan,50 can alıcı husustan sen 15 tanesini bilmiyorsan bile ehliyet alabiliyorsun bu ülkede ve sonra da asla o sürücü kitabını bir daha açmadığın için o 15 konuda ömür boyu bilgisiz kalıyorsun,güdülerinle ite kaka bir sürücü olup çıkıyorsun!
Ne olmalı?
Sürücü kursları sadece kurs vermeli...Direksiyon sınavları gece sürüşü,gündüz sürüşü,otoban sürüşü,falan gibi farklı etaplara bölünmeli.
Yoksa aracı kaldır,birinciden ikinciye tak,20 metre git,yokuşta kaydırma,bitti...
Bu eğitim biçimiyle,bu emekli trafik canavarlarının direksiyon öğretmesiyle olacak şey değil bu.
Ayrıca adam almış diyelim ehliyeti,aradan geçmiş beş on sene...adam hala trafikte...Bu arada adam uyuşturucu bağımlısı olmuş mu,alkolik mi,psikolojik hastalığa yakalanmış mı,belki bir gözünü kaybetmiş,belki artık duymuyor,belki artık katarakt iki gözünü de perdelemiş,belki refleksleri harap olacak bir nörolojik hastalığa yakalanmış...bu durumu bilen var mı,hayır!
Hala trafikte,niye?
Almış bir kere o ehliyeti...
Trafiğe çıkacak araçlar bile her yıl denetlenirken trafiğe çıkacak sürücüler maalesef asla böyle bir yıllık denetimden geçmiyor.
Adam almış ehliyeti on sene önce ama daha kontak açmamış hayatında...birgün hasbelkader araba alıyor,hooop direksiyon başına...Trafik kuralları?Ohooo onları hatırlayacak hal mi kalmış diyoruz ya on sene olmuş...Ama nedir,var ya ehliyeti!Tamamdır artık!
Oooff ki of...
Bir trafik bakanlığı olmalı bu ülkede,hiç değilse bile trafikten sorumlu bakan...Bütün düzenlemeleri bütün eksikleri bütün kanunu yasayı yürürlüğü yeniden tarayacak,tüm eksikleri bulup listeleyecek,tüm düzenlemeleri yapacak...
Ha....
Tabii bir de rüşvet yemeyen trafik zabıtaları eğitilecek...
Yarın yavrunuzun,öbür gün sizin katiliniz olabilecek sürücülere göz açtırmasın üç kuruşa sizin yarınlarınızı satmasın diye...
Bir araba,bir tabancadan bir bıçaktan daha tehlikeli bir cinayet aracı olabiliyor çünkü...Hedefin kaç kişi olduğunu asla kestiremeyeceğin için...

KIL OLUYORUM!!! !!! !!!

*Telefola seni arayıp sonra müsait misin bile demeden birden kendisinin önemsiz bir derdini anlattıkça anlatıp seni telefonda esir alanlara...
*Dondurma aldığın pastanenin elemanının senin kornetine eldivensiz dokunmasına...
*Sohbet programlarına katılan konukların sabah sabah tuvalet,abiye falan giyinip gelmelerine
*Herkesin ama herkesin birer saç düzleştiricisi edinip yakışıp yakışmadığına bakmaksızın,ortalıkta mısır püskülü gibi saçlarla dolaşmasına...
*Öğretmenlerin çocuklara birsürü gereksiz karton renkli kağıt vesaire ödevi verip bunu evde annelerin yaptığını bile bile not vermelerine,bu sebeple bir sürü kağıt ve ağaç katliamına göz yummalarına,sonra da kalkıp dünyayı koruyalım zarar vermeyelim nutukları atmalarına...
*Evdeki misafirin üstüne hiç beklenmedik başka bir misafirin gelip,evdekileri esir almasına,oturdukça oturmasına...
*Yemekteyiz programında yemek yapanların yaptığı normal bir şeyi sanki kendisi keşfetmiş gibi bunu böyle yapıyorum ki böyle böyle olmasın diye fetva vermelerine...
*Okul servis şoförlerinin öğrencilerle sürekli laubali olmasına...
*Bağıra bağıra konuşunca kendi öz güvenini ispatlayacağını sanan kırıntı beyinli tiplere...
*Takım elbise giyen erkeklerin ellerini pantolon ceplerine sokup,kendilerini milletvekili olmuş havalarına sokmalarına...
*Market kasasında senden önceki müşteri daha aldıklarını kasa arkasındaki yerden poşetlemeden kasiyerin senin aldıklarını cırt cırt kasadan okutmaya başlamasına....
*Telefon etmek yerine özel günlerde mesaj yollamayı tercih edenlere...
*Telefon edip direkt ''naapıyosun'' sorusuyla muhabbete başlayanlara...
*Doğurduğu çocuğu sevip kollamakla yetinmeyip onu dünyanın en muhteşem varlığıymış gibi çevreye pazarlamaya çalışan,habire öve öve anlatıp duran annelere,babalara...
*Kendi çocuğunu sınıftaki en özel varlıkmış zannedip öğretmenden özel muamele bekleyen velilere...
*Yerli malı haftalarının tıkınma şenliklerine dönüştürülmesine...sanki Türk malı demek sadece börek sarma kısır kurabiye demek..
*Daha 10'lu yaşlarını sürerken Facebooka üye olup hergün gördüğü okul arkadaşlarıyla ordan yazışanlara...
*Forward edilen powerpoint formatlı maillere...
*Forward edilen başka formatlı maillere...
*Saçlarım çok dökülüyor diye yakınıp duran ve habire renk değiştirip her boku saçlarına sürmeye devam edenlere...
*Bakliyat seçen ve bulgurla buğdaya çıldırıp,pirinci beğenmeyip yemeyen güvercinlere...
*Herkesin içinde bacaklarını ayırıp arka patisini yalayan terbiyesiz ve edepsiz kedi milletine...
*Müşteriye başka bir isteğiniz var mı diye sorup müşteriyi salak yerine koyan satıcıya...varsa söyleriz di mi senden mi çekinicez ulam?
*Amacın dışındaki her türlü şeyi sorup seni bunaltan kuaförlere...(şunu da yapalım mı,bunu da yapalım mı...sanane yahu sen dediğimi yap işine bak yeter...)
*Daha iki gün önce verdiğin tarifi can kulağıyla dinleyip iki gün sonra neydi o tarif diye seni arayanlara...
*Eciş bücüş yürüyüp kendini tüm çevreye komik düşürdüğü halde topuklu ayakkabı konusunda inat eden hatunlara...
*Çorapla beraber giyilen burnu açık ayakkabılara...
*Dudaklarında makarna yağı birikmiş gibi duran dudak parlatıcısına ve onu kullanan cümlesine...
*Kuaförden çıkınca kendisini dünyanın en güzel kadını sanarak tuhaf havalara giren hatunlara...
*Kaşını bıyığını kuaförde aldıracak kadar el becerisi bile olmayan hatunlara...
*Çaydanlıktaki çay çöpünü lavaboya veya tuvalete dökenlere...
*Demli çay içtiğimi bildikleri halde imamın abdest suyu gibi çay demleyen cümle arkadaşlarıma...
*Köşe yazarlarının kendi özel hayatlarıyla ilgili gereksiz şeyleri kamuya ait o köşede yazıp durmalarına(örnek,Cengiz Semercioğlu,İclal Aydın)
*Albüm kapaklarındaki artistik komik pozlara...
*Vesikalık fotoğrafta otuziki dişini göstererek gülüp poz vermiş olanlara(hayır bu kadar gülünecek ne var onu bilmiyorum)
*Topluluk içinde sürekli "Beni tek çek" diye ricada bulunanlara,kendi fotoğraflarına aşık olanlara...
*Evlerinde,sanki ünlülerin fotoğrafçısına poz veriyormuş gibi,ya da film afişinde kullanılacakmış gibi giyinip,arkasına da bir fon beğenip sonra da başka yere bakarak poz verenlere...(o fotoğrafın çekildiğinden hiiiç haberi yokmuş hiiiç...tamamen tesadüfen çekilmiş!!!)
*Albümlerini önünüze serip bu şurda,bu burda çekilmişti diye çin işkencesi yaparak anlatanlara...
*Sabah işyerine gelip ilk işi çay isteyip çantasından çıkardığı poğaçayı simiti yemek olanlara...evinde yapsana ülem!!
*Poposu büyük olduğu halde üzerini kapatmadan o koca popoyu gözümüze soka soka daracık pantolon giyip dolaşanlara...
*Hayvanları öpüp sevip sonra o ellerle size çay doldurayım mı,biraz daha kek vereyim mi diye soran ev hayvanı sahiplerine...
*Kıl olduğum herşeyden üzerine alınıp bana mail atanlara...
*Seksen doksan sene öncenin Türkçesi ile yazılmış edebi eserlerin hiç bir şekilde öztürkçeleştirılmeden minicik çocuklara okuma ödevi diye verilmesine ve bir de bunların yorumlatılmasına...(çocuklara bir de osmanlıca sözlük hediye edin bari yanında,kelime anlıycaz diye yırtınıyorlar)
*Marketten elinde bir dolu torba ile karnına ağrılar girmiş şekilde kendini apartmanın kapısına zor attığın anda apartman kapısında rastladığın komşunun sanki sabah gezisinden dönüyormuşcasına seni lafa tutmasına....
*Cümle hayatını,elindeki cümle fotoğrafları,neredeyse tüm özel hayat anlarını sabahtan akşama kadar scanner'dan okutup facebook'a yükleyenlere...(millete ne ulam senin sümüklü çocukluk hallerinden...)
*Aşure içindeki pişmemiş buğdaylara...(dişimi kırcam bi gün ama...)
*Dudaktan Kalbe dizisinde yaratılan soğuk nevale Lamia karakterıne
*Hiç bir sebebi olmadığı halde sırf kıllık olsun diye Beren Saat'e...
*Yemekteyiz yarışmasında herkesin birbirini taklit ederek kullandığı abuk sabuk masa süslerine incik boncuklara...ne işi var ya yemek masasında incinin boncuğun...bir kere canlı çiçek zaten yemeği boğar kokusuyla üstelik zararlıdır...bu ne bohem hayat tarzı yaaa...bu ne perhiz bu ne İvedik turşusu yaaa...
(NOT=BİTMEZ....)

YUMURTLUYORUM

* Hayvanların ayakta işeyebilenine "yetenekli",insanın ayakta işeyebilenine "erkek" deniyor... *Tüm evlilikler,kendini,hiç tanımadığın bir aileye beğendirebilme sözleşmesine attılan bir imzadır. *Şeytan,tanrının "Sen en kötüyü oynayacaksın" emrine baş eğmiş en zavallı yaratılandır... *En iyi gününde senin adına en çok sevinen kişiyi sakın terketme.O senin esas dostundur. *Taklidini yapmanın en zor olduğu şey "İnsan olmak"tır. *Bir bebeğin hiç durmadan ağlamasından daha kötü olan şey,bir bebeğin olsaydı nasıl ağlardı diye hasret çekmektir. *Kadın,içinden "insan"çıkartabilen yegane cinstir ve bu nedenle de "cins"tir! *TSE nin çalışma kapsamına alamayacağı tek şey,işlevsel olsun olmasın "BOYU"dur. *Her beddua,tanrının onayına sunduğunuz bir dilekçedir ve her seferinden imzalanacağına kesin gözüyle bakılır. * Birisinin sizi kıskandığını başkalarına ispatlayabiliyorsanız kıskanan kişi karşı cins,ispatlayamıyorsanız o kişi kesinlikle hemcinsinizdir. *Erdemlerini ve meziyetlerini bir türlü pozitif şekilde değiştiremeyenlerin en kolay değiştirdikleri şey parayla satın alınabilen şeylerdir. *Bir kadının,kendi vücudunda,daha uzun olmasını isteyebileceği tek şey muhtemelen kirpikleri ya da saçlarıdır.Onun da takma olanı vardır,halledilir.Oysa erkeğin ,daha uzun olmasını istediği şeyi "takma" olanı ile halletmesi çok zordur.Buna rağmen "kafaya takma" olayına fazla girerler.O nedenle Haydar Dümen fazla mesai yapmaktadır. *Bir çocuğun gözünde ne iseniz,kesinlikle O'sunuzdur! *İsyan etmek,isyan ettiğin şeye uzun zamandır sessiz kaldığının kanıtıdır. *Bardağı taşınar son damla,bardağınızın ebatıyla alakalıdır ve içindeki tüm damlalar,siz izin verdiğiniz için ordadır. *Yalan söylemek,asla utanılacak bir şey olamaz! Utanç verici olan,karşıdakinin bu yalanı yemiş gibi davranarak sizi aldatmasıdır. *Ölünün ardından her ağlayan,onun hatıralarıyla başa çıkamayacağı için kendi çekeceği acının paniğine ağlamaktadır. *Babalık bir erkeği kadından ayıran en garip durumdur.Bir başkasının doğurduğunu ,bir kadın, asla bu kadar derinden sahiplenemez çünkü... *İçeride fazla tuttuğunda ya yumuşar,ya aşırı sertleşir...Bunu asla unutmamak gerek. *Yemeğinize "bebek maması" benzetmesi yapan kişiye ,o tadı nasıl olup da hatırlayabildiğini sorun.Hala yemiyorsa,asla hatırlayamaz! *Boşanmak,yuva yıkmak değil,yıkılmış bir yuvanın enkazını devlet izni ile kaldırmaya çalışmaktır.Yuva olabilseydi,boşanılmazdı çünkü. *Resmi olarak sevişebilme iznini belediye memurundan alabilmeye "nikah",resmi olarak artık sevişmek istemediğinizi hakime bir türlü anlatamayışınıza da "boşanma" deniyor. *Her yeni doğana yanında bir de "kıllanma kılavuzu" verilse,belki büyüyünce epilasyona gerek kalmazdı .*İyi bir düşman kazanmanın en kolay yolu,kız arkadaşına sevgilinizin ya da eşinizin sizi ne kadar çok sevdiğini sürekli anlatmaktır. *Çocuğunuzun davranışları,sizin,hayatta neyi iyi yapıp neyi yapamadığınızı cümle aleme belgelemenizdir. *Evde hayvan beslemek,hem hayvanı hem insanı yaratan doğaya saçma bir başkaldırıdır. *Park yerinden aracı tek hamlede çıkartabilen bir kadına tüm hayatınızı emanet edebilirsiniz.

GÜLÜMSEYİN ÇEKİYORUUUMM…


Herhangi birisinin, banyoyu temizlerken cinnet geçirmiş halini,sınavdan çıkıp kötü geçti diye ağlarkenki halini,karı koca kavgası sırasında evin çocukları tarafından belgelenmiş hallerini falan fotoğraf albümünde görmüşlügünüz var mı?

Ya da annenizin,sizin döküntülerinizi söylene söylene toplarkenki halinin fotoğrafı var mıdır?O kredi kartı borcunuzu nasıl ödeyeceğinizi planlarken,otobüsten inip işe yetişmeye çalışırken?Kabızlık sancısı çekerken? Doktor sırası gelmesini beklerken?Gece uyku tutmadığında?

Böbrek taşı düşürürken?
Yarınki büyük sınava sancılı şekilde hazırlanırken?

İnsanların albümleri hep sahte gülücüklerin belgeleriyle doludur.Habersizce çekilmiş güzel anlar da vardır tabii ama bunlar daha azdır çünkü o güzel anı ölümsüzleştirmek isteyen sizden daha düşünceli birisi olmalıdır o an yakınlarda…

Bir yemeğe gidersiniz,masadaki birine veya yanınızdaki partnere o an çok gıcık olmuş durumda bile olsanız,birisi eline objektifi alıp da gülümseyin,yaklaşıııınn komutunu verdiği anda bunu milli görev bilinciyle yerine getirme güdüsü içine girersiniz. Kafalar birleşir,eller kollar birbirinin boynuna,omzuna sarılır,ağzımızı yayar da yayarız…

Hele gelinle damadın tebriğini yapıp hediyesini verdikten sonraki fotoğraflar en komik olanlarıdır.Gelini ya da damadı hiç tanımıyor olabilirsiniz.Ya da her ikisini de hayatınızda ilk kez görüyorsunuz belki.Eşinizin ya da arkadaşınızın yakını falandır ve o an tebrik için ordasınızdır,hani ayıp olmasın diye.Sonra fotoğraf çekilir,önünüze getirirler,o hiç tanımadığınız gelinle veya damatla sarmaş dolaş,cümleten sırıtık bir şekilde fotoğrafınız hazırdır.Hatta ilerde bakar bakar da kimin düğünüydü diye bir türlü çıkartamayabilirsiniz bile.Ama o anki fotoğraf öyle demez,bu ne mutlu,bu ne şen şakrak bir tablodur diye bağırır.


Adam karısını sokak ortasında bıçaklamıştır ve öldürdüğü karısı ile ikisinin eski bir fotoğrafı gazetede yer alırken,falanca ile filanca,mutlu günlerinde diye fotoğraf altı yazısı kullanılır…İyi de kimsenin mutsuz günlerinde fotoğrafı yoktur ki zaten…

Bu aralar sürekli kavga ediyoruz gidelim de bir stüdyoda şöyle güzel bir asık surat mutsuzluk fotoğrafı çektirelim demeyiz…

Bu günlerde aşırı depresifim bu yüzden çok bakımsızım bir fotoğrafımı çeksene ilerde hatıra olur ,da demeyiz…

Hep çok mutlu ,hep çok eğlenir pozlarına gireriz.

Neden?


Çünkü mutluluk unutulur…


İleride fotoğrafın hangi ruh halinde çekildiğini muhtemelen hatırlamayacağızdır ve bu nedenle ilerdeki kendimizi kandırmak üzere, gelecekteki bize koca bir kazık atarak o gün ne kadar da mutluymuşuz dedirtmek için gülümseriz. Tüm bunlar bir gün albümü açtığımızda kendimizi mutlu sanmamız içindir.

Bu bilinçaltı göreviyle fotoğrafı çeken her kim ise gülümseyin emrini vermeden deklanşöre basamaz.Hatta gülmedin diye eleştirilirsiniz,olmadı bir daha çekilir…

Kendimize yalanlar atmak,geleceğimize mutluluk hikayeleri sunmak üzere çektirilen o fotoğraf ,çekilir çekilmez,her şey eskiye döner,eller çözülür,kafalar yine birbirinden uzaklaşır,gülücükler anında yüzden silinir…

Ama herkese çok doğal gelir bu…


Bir de bunun foto stüdyo versiyonu vardır.

Fotoğrafçı ille de gülümsemenizi ister,altı üstü bir vesikalıktır oysa.
Hem adı üzerinde VESİKA lık…yani belgede kullanılmak üzere..


Ehliyete,pasoya,ikametgah suretine,pasaporta konulacaktır falan yani…Ama güleceksin!


Gülümse ki o belgeye her bakan senin ne kadar sempatik olduğunu düşünsün.


İyi de düşünmesin kardeşim zaten resmi evrak bu…

Hem resimde gülümseyeni isterler,hem de işyerinde fazla gülüp şen şakrak 
olsan,sulu diye laf ederler…


Uzun lafın kısası,fotoğrafların neredeyse tümü yalandır,kendi isteğimizle 
yakınlarımıza ya da aslında kendimize nasıl olmadığımız bir ruh halinin rolünü yapabildiğimizi gösterebilmek için…Sahte anların renkli vesikası!

Blog sayfalarımıza,sohbet programlarımızda avatar boşluğuna,facebook sayfalarımıza,space'lerimize doldurur da doldururuz bunları.

Herkes, ne kadar mutluyuz görmeli!!!


Gerçekten güldüğümüz anlar da vardır tabii hayatta,gerçekten çok mutlu hissettiğimiz...

İşte gerçekten bakmaya doyamadığınız fotoğraflarımız zaten onlardır asıl.Tıpkı yandaki masum gülücük gibi...

Hayatınız gülümseyen kareleriniz kadar gerçek olsun…