sağtık

MELEĞİN İSMİ

İki gün sonra anneler günü...ben bir anneyim.Annesi hayatta olmayan bir anne... Güzel oğlum...Gözgöze geldiğimiz ilk anda,bana dünyada bu güne kadar ne için yaşadığımı farkettirdin.Ben senin annen olmak ,senin tarafından sevilmek ve seni sevmek için yaşamışım bunca sensiz yılı. İyi ki hayatıma geldin,iyi ki bana hiç bir şeyle satın alınamayacak bu duyguyu hissettirdin.Onbeş yıldır yokluğunda hayalini,varlığında sıcak kalbini severek yeniden doğdum her gün... Aşağıdaki yazıyı sırf senin için buldum bir yerlerden...beni çok etkiledi,umarım beğenirsin... Hiç bir zaman emekli olamayacağım annelik mesleğimde seninle hep gurur duydum. Seni seviyorum.... BİR ZAMANLAR doğmak üzere olan bir çocuk varmış. Ve dünyaya gideceği gün Allah’a sormuş: “Bu kadar küçük ve korunmasızken dünyada nasıl yaşayacağım?” Allah “Meleklerimin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni hep koruyacak.” diye cevap vermiş. “Ama lütfen söyle bana, burada Cennet’ te hiçbirşey yapmadan şarkı söylüyor ve gülümsüyorum, ben böyle çok mutluyum.” “Senin meleğin de sana şarkılar söyleyecek ve sana hergün gülecek. Sen de o meleğin sevgisini hissedeceksin ve mutlu olacaksın.” “Peki insanlar benimle konuştuklarında ben onları nasıl anlayacağım, ben onların dilini bilmiyorum ki.” “Meleğin sana dünyadaki sözlerin en güzelini ve en tatlısını söyleyecek, ve görebileceğin en büyük sabır ve ilgi ile sana konuşmayı öğretecek.” “O zaman seninle konuşmak istediğim zaman ne yapacağım?” “Meleğin senin ellerini birleştirecek ve sana dua etmeyi öğretecek.” “Duydum ki dünyada kötü insanlar varmış. Beni kim koruyacak?” “Merak etme, meleğin seni hayatı pahasına dahi olsa savunacak.” “Ama ben seni göremeyeceğim için çok mutsuz olacağım.” “Meleğin sürekli sana benden bahsedecek ve sana bana nasıl tekrar ulaşabileceğini anlatacak, ama beni göremesen de ben hep senin yanında olacağım.” Tam o esnada Cennet’te ki huzur ortamına dünyanın homurtuları karışmaya başladı. Dünyaya gitmek üzere olduğunu anlayan çocuk aceleyle son sorusunu sordu: “Peki Allah’ım şimdi gitmek üzereyim, lütfen bana o meleğin ismini söyler misin?” “Meleğin ismi önemli değil, sen ona ‘Anne’ diyeceksin.”

EDEBİ ESERLERDE BETİMLEME SORUNU

Milli Eğitim’in Türkçe ve Edebiyat dersleri müfredatında,eski ağır ağdalı betimlemeler yüzünden bir türlü asıl konuya dönemeyen romanlarla boğuşmuş bir neslin çocuklarıyız hepimiz.

Kaç romanı zorla elimize ödev diye tutuşturmuştur öğretmenler.Kaç kitabı neredeyse sıkıntıdan ağlayarak,hofflayıp puflayarak bitirmişizdir.Hele bir Huzur vardı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın…yarabbim ne tür bir işkenceydi o,ödev olarak hazırlamak zorunda olduğum !

Değerli olanın,romandaki asıl kıymetin,konuyu anlatma biçiminde ,insanda uyandırdığı duygularda olduğunu yıllar yıllar sonra anladık.Okuduğumuz kitapların sayısı,yaşımızın yüz katıyla eşit olduğunda…Kelimeler tek tek önemli değildi aslında,cümlenin kuruluş biçimi de öyle.Hayalinde ne kadar kuvvetli tasvir edebiliyorsan kahramanı,sahneyi,sesleri,renkleri,o kadar bağlanıyordun romana.

Ama eski edebiyatçıların sürekli düştükleri bir hata,ortaokul ve lise gençliğini,Türk edebiyatından ve hatta klasik dünya edebiyatından şiddetle soğuttu.Neydi bu?

Ağır ve ayrıntılı betimlemeler…tasvir denen olmaz olası illet.

Romanın yazıldığı dönem içinde baktığımızda evet,belki olması gereken bir şeydi.Neden?

Çünkü o zamanlar,televizyon yoktu,uydular yoktu,internet yoktu,fotoğraf sanatı bile yoktu,dergiler gazeteler sınırlıydı.İnsanlar,örneğin dev bir transatlantiği gözlerinde canlandıramayabiliyorlardı.Ya da şık bir konağı,tüm ayrıntılarıyla imgelem yapamıyorlardı zihinde.Sürekli kentte yaşayan okur kesimi,yaylayı,çadır hayatını gözünde canlandırmakta güçlük çekiyordu.

Yazar,romanındaki tüm ayrıntıları,kendi kafasında yarattığı biçimde,tıpatıp aynı,tüm detaylarıyla,uzun ağdalı ,bitmek bilmeyen cümleler kurarak anlatıp duruyordu ve sonra da edebiyat yaptım,harika betimlemelerle bezeli bir roman yazdım diye gururlanıyordu belki de.

Balzac’ın,Sheakespeare’in,Tolstoy’un etkileri,tüm dünya edebiyatını avucuna almıştı.Betimlemesiz,kısa ve kesin cümlelerle yazılan romanlar eleştiriliyor,basit ve değersiz bulunuyordu.

Tabii bu durumda kalınca bir roman yazmak da epey kolaylaşıyordu.Şimdiki TV dizilerinde basit bir konu nasıl dallanıp budaklanıp sakız gibi,lastik gibi uzadıkça uzatılıyorsa,işte o dönemin romanlarında da (hadi hepsi değil ama çoğunda diyelim) aynı taktik gayet iyi işliyordu.Edebi tasvir yeteneğin çoksa,tamam,bir şekilde sıyırıyordun yazar olarak.Anlat,anlat,detaylara gir,anlat anlat anlat.

Roman ağırlaştıkça ve tasvirler okuyucuyu boğdukça,yazarlık değeri artmaktaydı sanki.Roman kalınlaştıkça ana konu,romanın geneline oranla cüce ve eksik kalıyordu.

Şimdiki dönemde,Orhan Pamuk’un,Elif Şafak’ın ve biraz gerilerden Yaşar Kemal’in eserlerinde,bu tasvir ve uzun cümleler bağımlılığı hala bariz bir şekilde göze batıyor.Hatta denilebilir ki Elif Şafak’ın konu olarak doyurucu olup fazla tasvir içermeyen tek başarılı eseri Aşk’tır ki o da zaten yaşanmış,alt yapısı hemen her okuyucunun beyninde biraz yer tutmuş olan Mevlana ve Şems aşkıdır.Konu güçlüdür ve tasvire fazla pabuç bırakmayacak kadar yalındır.

Konunun özüne dönersek,evet işte geçmiş dönemlerin edebi eserlerinde,okuyucuya hem şatafatlı bir tasvir sunulurken,hem de zorla ve dayatmayla yazarın kendi beynindeki sahne empoze edilmekteydi.Çünkü okur,yazar kadar muhteşem düşünemezdi,yazar kadar muhteşem hayal edemezdi.Okur tembeldi,okur hayal bile kuramazdı,yasaktı çünkü yazar neyi nasıl anlattıysa kafasında onu öyle algılamak durumundaydı.

Bugünün şartlarında,insanların bir TV kumandasıyla veya bir bilgisayar faresinin tıkıyla her yeri ve her türlü objeyi görebilme inceleme şansı var artık.Yazarlar,bir odayı anlatırken pembe döşeli demekle yetinmek zorundalar.Ya da bir adayı anlatırken vahşi doğa diye tasvir etmeleri yeterli.Bir elbiseyi beyaz diye tanımlamak da yeterli artık.Çünkü bu günkü okurun kafasında milyonlarca imge var her duruma ve her sıfata eşleşebilecek.

Romandaki bir evi istediği gibi döşeyebilir kafasında,istediği elbiseyi giydirebilir kahramanına,istediği gibi planlayabilir romandaki kentin sokaklarını,caddelerini.

Peki romancıya ne gerekli artık okuyucuyu tavlayabilmesi için?Ne yazmalı ki bu günün insanları,kafasının içini işgal etmiş binlerce,milyonlarca imgenin,verinin ,meşgalenin yerine o romanı okusun?

Benim kesine yakın kanım şudur ki artık yeni dönem edebi eserlerin en güçlü yanı,olayı anlatma biçimindeki sadeliktir.Hem sade hem derin olmaktadır olayın sırrı.Herkesin bildiği,çok sıradan bir konuyu bile,tempolu,yalın,sıcak ve farklı bakış açılarıyla anlatmak yetecektir.

Ya da çok radikal,çok sıra dışı, akla hayale gelmedik bir konuyu,yine kelime oyunları,ufak tefek cümle hileleriyle,okurda merak unsurunu tavan yaptıracak şekilde işleyebilmelidir.

Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi adlı romanında,elinden kaçırdığı bir aşkı yeniden kazanmaya çalışan tutkulu bir erkeğin,aşkıyla ilgili tüm ayrıntıları hem zihninde hem de maddesel olarak evinin bir köşesinde biriktirmesini anlatır .Romanın tüm konusu budur aslında.Sıradan ve olağan.Ancak edebi tasvir tuzağına düşmeden de yazar o kitabın her bölümünü her cümlesini her paragrafını farklı bir bakış açısıyla,farklı bir psikolojiyle doldurmuştur.

Yeni nesil romanın en büyük handikapı,eski edebiyatçılara öykünerek,ağır ve tasvir dolu taklitler yazma çabasıdır.

Bu gün Amerikan edebiyatının Türk çoksatanlar listelerinde yerli romana fark atmasının temel nedeni budur.Akıcı,doğal,normal diyaloglarla ve kısa tanımlamalarla,bayağılaşmadan asıl konuyu işlemek.

(Hamlet’in bir cümlesiyle bitireceğim yazımı) İşte bütün mesele!